İnsanı neden tanımalıyız

04:008/01/2019, Salı
G: 8/01/2019, Salı
Ömer Lekesiz

Tasavvuf yani İslam metafiziği konusundaki mevcut kısırdöngünün nedenleri şunlardır:1- Konu İslam metafiziği olunca, hemen akla geliveren ilahiyatçılar (ilginç örneklerine yakın zamanda da tanık olduğumuz şekliyle) kelam üzerinden Allah’ı, onun vahyini, Peygamberini ve onun hadislerini hesaba çekmeyi bilimsel uğraşı saydıkları için, onların pozitivist gayretkeşlikleri uyarınca İslam metafiziğini konuşma ehliyetine sahip olanlar kendilerini geriye çekmişlerdir.2- İslam metafiziğinin taşıyıcısı olan

Tasavvuf yani İslam metafiziği konusundaki mevcut kısırdöngünün nedenleri şunlardır:

1- Konu İslam metafiziği olunca, hemen akla geliveren ilahiyatçılar (ilginç örneklerine yakın zamanda da tanık olduğumuz şekliyle) kelam üzerinden Allah’ı, onun vahyini, Peygamberini ve onun hadislerini hesaba çekmeyi bilimsel uğraşı saydıkları için, onların pozitivist gayretkeşlikleri uyarınca İslam metafiziğini konuşma ehliyetine sahip olanlar kendilerini geriye çekmişlerdir.



2- İslam metafiziğinin taşıyıcısı olan tarikatlar birer ticari yapıya evrildikleri, mezar ekonomisi üzerinden menkıbecilikle kitleleri –boyunlarına hurafe boyunduruğu geçirerek– güdebildikleri için “insan bu, meçhul”ün gerçekliğinden uzaklaşmış, dolayısıyla “seyr-i süluk”un zeminini tahrip etmişlerdir.

Bu durumda, konuyu kendi asliyetine uygun konuşmak ve “kendimizi ve insanı neden tasavvuf yoluyla tanımalıyız?” sorusuna doğru cevap verebilmek için, şimdilik Abdülhak Şinasi Hisar ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da bir parantezde saklayarak, en azından Sezai Karakoç sonrasında kendi ihmalimizden doğan ilgili düşünsel boşluğu kapatmaya talip olabiliriz.

Haliyle çıkış noktamız Karakoç olacağına göre, onun Hızır’ı bu dünyaya indirerek, onu onun dilinden tanıttığı şu dizlere bakarak yol alabiliriz:

“Savaşta cephedeyim / Yaraların bezi benim / Tutsak olmayan bir erim / Çünkü tutsağın yüreğindeyim / Kan değilim kandan da ötedeyim / Özgürüm ama yalnız değilim / Ey insan prizmaları / Sizden uzak değilim / İlyas benim kızılötem / Ben sizin morötenizim / Ben en çok horozlarla gezenim / Geceleri namazım / Sabahları ezanım” (Gün Doğmadan, Diriliş Yayınları, İstanbul 2000).

Kendi arayışımızdaki mümkün sürçmelerin (hatta töhmetlerin), Karakoç’a dönmemesi için bu dizelerden şunları bizim okuduğumuzu söyleyelim:

Tasavvufun gerek klasik (örneğin Sadreddin Konevi) gerekse modern metinlerinde (örneğin René Guénon) tasavvuf mertebelerinin mürid tarafından kat edilişinden bir yükselme olarak söz edilir ki, bu yüzden tasavvuf, dünya ötesine geçiş, hayatın üstüne çıkış, maddeden sıyrılış, bedenden kopuş.. olarak imlenir. Esas tanımıyla bu, metafizik bir arayıştan çok mistik bir yöneliştir.

Karakoç’un dizelerinden gördüğümüz üzere Hızır’ın şahsında mürid, gerçekte kendinden başka bir yere gitmemekte ve eylediğini bu dünya içinde dünyadakiler için eylemektedir. Zira insanın yükselmesi, onun kendi insanlığında kemale ermesinden ve bunun da onun başkasıyla ilişkisinde görünürlüğe çıkmasından başka bir şey değildir.

O halde bundan hareketle Tasavvuf’un

dünyaya dahil bir olgu olduğunu ve doğrudan insanda ikamet ettiğini söylememiz mümkündür.

Bundan olmalıdır ki, gerek sahih gerekse heterodokstik vecheleriyle Tasavvuf (ve tarikatlar) ya bir iktidarla mukayyed ya da bir iktidarla çatışmalı olarak konumlanmış hatta Vahdet-i

vücudçuluk örneğinden de açıkça görüleceği üzere, kimi zaman da geleceğin iktidarlarına mahsus yeni yolun (zihniyetin, idealin,

kültürün) inşasında bizzat rol üstlenmiştir.

Bu gerçeklikten güç alarak şu yargıya ulaşmamızda bir sakınca olmasa gerektir: Tasavvuf, insanın insanlığını nasıl gerçekleştireceğini ve onu nasıl ifa edeceğini öğrendiği bir kullanım kılavuzudur. Bu kılavuz insana insanlığını tevdi eder ve onu kendi kendisinin menziline erişmekle vazifeli kılar.

Bunun itikattaki karşılığı Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin kelimeleriyle şöyledir: “Bize göre kendini (nefsini) tanıyan Rabbini de tanımış olur. Çünkü kendi öz yapısını tanıyan kişi, onun sahip bulunduğu işitme, görme gibi arazların inceliklerinden haberdar olmadığı gibi bünyesinde bozulan şeyleri düzeltmesini, ne kadar bir süre yaşayacağını ve hangi mekanlarda bulunacağını da bilemez. Ayrıca kişi fizyolojik ve psikolojik yapısı için söz konusu olan ihtiyaçların ortaya çıkış zamanı ve şekliyle bunları gidermenin mahiyetini de tam manasıyla tespit edemez... İşte insanın kendi öz yapısı karşısındaki konumu budur. Bunun yanında o (hayatı boyunca) kendine yönelik gözlemlerine dayanarak maddi varlığının süreksizlik ve kararsızlığına da tanıklık eder. Evet, kişinin, vücut bulması için nefsinin geçirdiği çeşitli evrelerin yanı sıra var oluşundan itibaren şu andaki zamana kadar yine nefsinin geçirdiği halleri bilmesi uzak bir ihtimaldir. Nefsinin bu serüvenini zihninde tasavvur etmesi çok zor iken aklıyla bu gerçeği kuşatması da gücünü kat kat aşar.” (Kitâbü’t-Tevhîd, çev.:

Bekir Topaloğlu, İSAM Yayınları, İstanbul 2015)

Tasavvuf, asıl meşruiyetini tam buradan alır ve gerekli müesseseyi de burada belirtilen ihtiyaca göre inşa eder ki, seyr-i sülûk, mertebeler, makamlar, menziller..., insanı kendi insanlığına ve başkasıyla birlikte yaşamaya hazırlayan süreçler olarak kemalata erişme yolunda bir tür mevzilenmeyi ifade ederler.

Bu durum, bize, ister yüz, ister bin basamak olarak belirlensin, tasavvuf mertebelerindeki hakikat arayışını, insanın dışında, üstünde değil bizzat kendi içinde arama hakkını kazandırmaz mı? Ve bu aramayı özel bir terbiyeye, başkasıyla sıhhatli ilişkiler kurmaya, devlet olmaya ve yepyeni bir medeniyet yaratmaya bitiştirmez mi?

#Tasavvuf
#İnsan