|
Haremeyn-i şerifeyn sevgisiyle dolmak varken…

Muallim Nâci, Eyüp Sabri Paşa’nın
Mir’âtü’l-Harameyn
’ine yazdığı takrize şu şiiri ve cümlesiyle başlar:

Derler iki âlemde bize mahzen-i esrâr

Erbâb-ı diliz mahrem-i râz-ı Haremeyn’iz

Kevneyni geçerken ederiz garkâ-i envâr

Biz kâfile-i “Nâci”yye-i cedd-i Hüseyn’iz 

Haremeyn-i şerifeyn denildiği vakit, kulûb-ı münevvere i Muhammediyyûn bir şevk-ı bedi’-i rûhânî ile meşhûn olur ki bu hissi latif, lisân-ı rûhâniyân ile dahi kâbil-i tarif olmakdan münezzehdir.”

Daha “denildiğinde” Muallim Nâci’nin imkânsızlık nitelemesiyle tarif ettiği bu hâl hakikat olduğuna göre, Haremeyn-i şerifeyn’i
‘aynel-yakîn
olarak görenlerde meydana gelen ani lisan kaybını, suskunluğu, dağılmayı… hangi hâl ve hakikat içinde nasıl tarif edebiliriz?

Yeni hacılarımızın çoğu evlerine döndüler. Hacı olan dost ve arkadaşımızı ziyaret edip ya da telefona arayıp tebrik ederek, onların Haremeyn-i şerifeyn’i gören gözlerindeki taze bakışlardan veya telbiyeyle terbiyelenmiş taze seslerden biz de bir hisse elde etmeye çalışıyoruz.

Fakat bu ziyaretlerin çoğunda -biz ne kadar kaçınırsak kaçınalım- söz dönüp dolaşıp Haremeyn-i şerifeyn’in Babil kulelerine benzeyen binalarla kuşatılmasına, oralardan haremlere tepeden bakılmasına, Peygamberimiz Aleyhisselam’a, onun şerefli ehl-i beytine, sahabelerine ve geçmişte hizmetlerini üstlenmiş Müslüman iktidarlara… ait izleri, işaretleri, hatıraları yok etmeye azmetmiş olan Suudi yönetiminin haremlerin çevresini alışveriş merkezleriyle, kafe vb. keyif mekanlarıyla donatmasına… dayanıveriyor.

Bunların hepsi gerçek ama Muallim Nâci’nin sözünde belirginleşen hâl ya da makamdan bakıldığında hac / umre ehlinin beytin ve mescidin sahipleriyle (Allah ve peygamber sevgisiyle) meşhûn (dopdolu) olmaları bakımından bu gerçeklerin fazla bir önemi bulunmuyor.

Fakat bu yönelim ve beyan ilk bakışta bir
hak
gibi görünse de
edeben
doğru görünmüyor. Zira söz konusu söyleyiş “Ben gittiğimde Allah’ın Beyti’nden ve Peygamber Aleyhisselam’ın mescidinden başka bir şeyi görmem” demeye geliyor ki, velev ki doğru bile olsa bu evvela mezkur hususlardan şikayetçi olanların samimiyetlerini küçümsemeye çıkıyor.
Öte yandan Yemen Müslümanlarını katleden, Gazze katliamları karşısında dilini yutan, Hac’da Gazze mücahitlerinin başarısı için dua edenleri tutuklatan ve bu nedenle bizim
Suudi Arabistan
yerine
Suudi Amerika
dememizi haklı çıkartan mevcut yönetimin zaten hiç bulunmayan meşruiyetini sorgulamayı ve dolayısıyla onca olumsuz şartlarda Haccın sıhhatini tartışmaya açmayı gerektirir ki, bu da Müslümanları aşan bir devlet krizine, ve evvela kendi içimizde bir fitneye sebep olabilir.

Aslında konun gerçeği ayan beyan bellidir:

Devlet fikir ve uygulamasının başladığı kadim zamanlardan beri, -imparatorluk olmanın değil- en büyük imparatorluk olmanın
moral şartı
Mekke ve Kudüs’e (İslam ile rakabet tahtında Medine’ye) birlikte hakim olmaktır.

Bunun yazılı tarihten bilinen ilk örneği Babil İmparatorluğu’dur. Özellikle II. Nebukadnezzar zamanında (MÖ 605–562) Kudüs’ün sadece fethi değil Yahudilerden temizlenmesi (MÖ 586) söz konusu maksada tabidir. Aynı devirde Mekke ise zaten Yemen ve Habeşistan güçlerine karşı Babil tarafından himaye edilmiştir.

İkinci örnek Pers İmparatorluğu’dur. Persler, kadim zamanlardan beri Sami halklarının sahip olduğu Mekke’yi, güçlü zamanlarında himaye etmişler, II. Kiros (MÖ 557-530; Ahameniş) devrinde ise II. Nebukadnezzar’ın Babil’e sürdüğü Yahudileri Kudüs’e tekrar taşımak suretiyle (MÖ 538) burada göreceli bir hüküm sahibi olmuşlardır.

Üçüncü örnek Helenlerdir. Persler üzerine yürüyen İskender’in (MÖ 336-323) Anadolu’dan geçerken Kudüs’e uğramadığı ama buraya bir vali atadığı bilinmektedir.

Dördüncü örnek Roma’dır. Bizans’ı da dahil edersek MÖ 63’ten MS 638’e kadar 700 yıl Kudüs’e hakim olan Romalılar, İslam’ın doğuşuna kadar da yine bu zaman diliminde Mekke üzerinde etkili olmuşlardır.

Peygamberimiz Aleyhisselam’ın Kudüs / Filistin yolunun İslam’a açılması için ehl-i beytinden Hz. Üsâme’yi (ra) seçmeleri ve hasta yatağındayken sefere çıkılmasını ısrarla buyurmaları; Müslümanların Yermuk Savaşı’nda (636) Roma-Bizans otoritesini sarması, bundan iki yıl sonra Hz. Ömer’in kan dökmeksizin Kudüs’ü alması, ahirde Kudüs’ü Haçlıların işgalinden kurtarmak için Selahattin’in verdiği destansı mücadele ve nihayet Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlı hükümdarlarının “Harameyn hadimi” vasfıyla Kudüs, Mekke ve yine bu hakimiyete tabi yeni bir rekabet unsuru olarak Medine’nin listeye eklenmesiyle mezkur moralitenin çerçevesi de sabitlenmiştir.

Nasipse buradan devam edelim inşallah.

#Aktüel
#Hayat
#Ömer Lekesiz
2 ay önce
Haremeyn-i şerifeyn sevgisiyle dolmak varken…
Esir Şehirlerin eserleri
Bu mel’un amacı nasıl engelleriz
İki dağ arasında
Enflasyonun sosyolojisi
Demokrasi mi piyasaları bozuyor, piyasalar mı demokrasiyi?