Uzak kışlar masalı

04:0017/01/2021, Pazar
G: 17/01/2021, Pazar
İsmail Kılıçarslan

O kış, o dağ köyünün o bin yıldır orada unutulmuş iki gözlü damında durmadan hayal kuran, durmadan canı sıkılan, durmadan yenilgiler biriktiren ve durmadan üzülen o kızın adını elbette hatırlıyorum ama size söylemeyeceğim. Sadece o ve ben bileceğiz neler yaşandığını, neler olduğunu.O yıl ilçe için “sağlık” sadece benden ibaretti. Fakülteyi bitirip de bu ücra ilçenin derme çatma sağlık ocağına tabip olarak tayin edildiğimde kaymakam “Ankara’ya yazdık, iki sağlıkçı ile bir hemşire istedik, lakin durumu

O kış, o dağ köyünün o bin yıldır orada unutulmuş iki gözlü damında durmadan hayal kuran, durmadan canı sıkılan, durmadan yenilgiler biriktiren ve durmadan üzülen o kızın adını elbette hatırlıyorum ama size söylemeyeceğim. Sadece o ve ben bileceğiz neler yaşandığını, neler olduğunu.

O yıl ilçe için “sağlık” sadece benden ibaretti. Fakülteyi bitirip de bu ücra ilçenin derme çatma sağlık ocağına tabip olarak tayin edildiğimde kaymakam “Ankara’ya yazdık, iki sağlıkçı ile bir hemşire istedik, lakin durumu siz de biliyorsunuz, bizi unutmaya meyyaldir Ankara. Bir bakıma mecburdur da. Bu kış sizden başka kimsemiz yok” deyivermişti oturmuş bir rahatlıkla…

Bana bir sağlık ocağı, bir de lojman anahtarı teslim ettiler. Sağlık ocağının cümle işlerine bakan cevval ortacı Salih’le kaldık baş başa.

İşe başladığımın sabahı Salih “bir yol bak hele doktur bey” diyerek bahçeye çekti beni. Biri ala biri siyah iki at gösterip “sen hangisini seçersen onu hazırlayam” dedi. Siyah olanı beğendim. Sağrısı az zayıf olsa da boyu yüksekçeydi.

Kar, üç gün her çeşidiyle Kasımın sonunda yağdı. Önce yağmurla karıştırdı, ardından lapaya döndü, sonra tipiye kesti, en sonunda da kesik kesik atarak durdu. Dördüncü günün sabahı Salih, nereden bulduğunu bilmediğim kahveyi masama koyarken “baharacak gitmez gayrı mübarek” deyince anladım kışın benim için ne zorlu, ne çetin bir mevsim olacağını.

Erkenden sağlık ocağını açıyor, sabahtan ilçe merkezindeki hastalara yetişiyorduk. Öğleden sonraları yavaşlardı işimiz. Bazı günler Sarkık’tan, Berit’ten, Tepeköy’den vesaire, atların arkasına bağladıkları kızaklara yatırmış halde hastalarını getiren köylüler olurdu. “Olmaz, kabul edemem, getirmeyin, bu benim işim” desem de köylüler yanlarında pekmez, bastık, ceviz, tavuk, bal, süt getirirlerdi. Yoksul, tertemiz insanlardı tamamı. Ya da en azından ben öyle zannediyordum o yılların idealistliği ile.

O gece, kapının dövülmesiyle uyandım derin uykudan. Bıyıklarına kadar don çökmüş 50’li yaşlarda bir adam “köye gidecez doktur, bizim kızı iyi edecen” dedi yekten. Nedir, ne değildir öğrenmeye çalıştım ama “gidince görürsün” dedi de başka bir şey demedi. “Salih’i almak gerek” dedim ama “ben geri getiririm seni, hele atı çek” dedi yine buyurgan bir edayla.

Bucaklı’ya kadar üç saat yol gittik. Yol boyu nerdeyse hiç konuşmadık adamla. Köyün en gösterişli evinin hayatına atları bağlayınca anladım ki adam ağadır. Merdivenlerden yukarı çıkıp soldaki büyük odaya girdik. Yer sofrasında çorba hazırdı. “Hele iç de bakarsın kıza” dedi ağa.

Yağıyla nanesi mükemmel ayarlanmış tarhana çorbasının ardından, genişçe bir odada yatan kızın yanına girdik. On sekiz var yoktu. Öylece, belirsiz bir boşluğa bakarak yatıyordu.

Cesaretimi toplayıp geldiği andan beri emrine ram olduğum babaya “müsaade et de muayene edeyim” dedim. Adam bir iki baktıktan sonra çıktı mecbur.

Kızla yalnız kalınca sesimi neredeyse fısıltıya çevirerek “derdini söyle bakalım bana” dedim. Böyle dedim, çünkü odaya girer girmez anlamıştım meselenin bedende değil ruhta olduğunu.

Kafasını “acaba kapının önünde dinliyor mudur?” endişesiyle kapıya çevirdi ilkin. Sonra bana baktı uzun uzun. Güvenip güvenemeyeceğini tarttı. Güvenmemeye karar verdi.

“Korkma” dedim, “babana hiçbir şey söylemem. Anlat ki derdine derman bulmaya çalışayım.”

“Benim derdimin dermanı doktorda değil de belki Allah’ta” dedi uzun bir sessizliğin ardından. “Niye böyle dedin ki, derman elbet Allah’tan ama belki vesile olurum” dedim.

“Hasan’ı mı geri getirecen de vesile olacan?” diye sordu. Sonrasında epeyce konuştuk. Konuştukça anladım ki yara derindedir ve anladım ki yaranın bir ucu babada, kendini ağa zanneden adamdadır. Ve yine anladım ki hangi ilacı, hangi perhizi versem olacak gibi değildir.

“Ben artık gideyim” deyince uzanıp elimi tuttu. “Zor” dedi, “çok zor doktur bey.”

Dönüş yolunda hiç konuşmadık adamla yine. Sonsuz gibi duran beyazlığın içinde, atlarımız kara bata çıka ilerlerken hayatın ne kadar acımasız olabileceğine dair düşünceler ve kızın ismi vardı aklımda. Hayır, ismini size elbette söylemeyeceğim. Sadece, Salih’in bir sabah kahvesi verirken “Bucaklı köyünün ağa kızı canına kıymış doktur bey, derdi neymiş acep?” diye sorduğunu söyleyebilirim size.

#Kış