Fidye değil, filtredir o!

04:0018/04/2020, Cumartesi
G: 18/04/2020, Cumartesi
İsmail Kılıçarslan

Aslında ben böyle durumlarla dalga geçmek isteyen biri değilim. Ama durumlar o denli “böyle” ki atlatmanın yegâne yolu olarak “dalga geçme” seçeneği kalıyor elimde.Ben mesela atom fiziğinden anlamam. Kimyadan, eczacılıktan, klinik psikiyatriden… Ekonometrinin ne olduğunu bile bilmem. Bunları bilmediğim gibi mesela sarf bilmem, nahiv bilmem, astronomiden çakmam…Mesela size dünyadaki salgın hastalıkların tarihi konusunda söylev çekemem. Akışkanlar mekaniğini anlatamam. Sosyoloji tarihinden biraz çakarım

Aslında ben böyle durumlarla dalga geçmek isteyen biri değilim. Ama durumlar o denli “böyle” ki atlatmanın yegâne yolu olarak “dalga geçme” seçeneği kalıyor elimde.

Ben mesela atom fiziğinden anlamam. Kimyadan, eczacılıktan, klinik psikiyatriden… Ekonometrinin ne olduğunu bile bilmem. Bunları bilmediğim gibi mesela sarf bilmem, nahiv bilmem, astronomiden çakmam…

Mesela size dünyadaki salgın hastalıkların tarihi konusunda söylev çekemem. Akışkanlar mekaniğini anlatamam. Sosyoloji tarihinden biraz çakarım belki ama “sosyoloji tarihi” konuşmak için bir televizyona davet edilsem icabet etmem.

“Bilmemeyi” değil ama “bilmiyorum” demeyi erdem kabul ederim ben. Bilmiyorsam bilmiyorumdur ve o meseleyi konuşmayı bilenlere bırakmak gerekir. Dahası, o meseleyi “bilenlerden” öğrenmek gerekir.

Fakat Türkiye’de hasbelkader gazeteci, hele köşe yazarı olduysanız “bilmiyorum” demek karizmanızın çizilmesi, size saygının azalması, “cahil damgası” yemeniz anlamına gelir. Kıbrıs Barış Harekâtı konusunda da sorsalar, FED’in faiz indiriminin ne anlama geldiğini de sorsalar, küresel ısınmanın Moğolistan’a etkisini de sorsalar, Ozan Güven’in magazin muhabirine küfür etmesini de sorsalar cevap vermek zorunda hissedersiniz kendinizi. Bu giderek “nasıl olsa her şey hakkında konuşabilirim” kıvamına ilerletir sizi. Dahası o kıvam bir süre sonra “nasıl olsa her şeyi biliyorum” cümlesine ilerler.

Benim “kaynama noktası” dediğim yer burasıdır. O noktaya geldikten sonra mutlak, hatta layüsel bir otorite olduğunuza dair hastalıklı bir inanç geliştirirsiniz.

Tam o noktada işte Kızılay’ın fidye istemesini Mel Gibson’un “Ransom” filminde ele aldığı kavram zannedersiniz ve film “tak” diye kopar. Cehaletin faş olduğu, “kutsal kâsenin parçalandığı andır o. Ama hiçbir şey olmaz aslında.

Yanlış anlaşılmasın. İsmail Saymaz’la sınırlı bir şey söylemiyorum. Fidyenin bir “dini kavram” değil de “birini kaçırıp istenen para” olduğunu zannetme cehaleti aslında “geleneksel Türk gazetecisi açısından” bir cehalet türü olarak da kabul edilmez. Gazeteci her şeyi bilmek zorundadır ama iş dine gelince mesele değişir. Din konusunda en basit, en temel kavramlara dair hiçbir fikrinizin olmaması gayetle “kabul edilebilir” bir durumdur geleneksel Türk gazetecisi için. “Kurban bu sene de hac mevsimine denk geldi” zırvasından bu yana böyledir bu. Genelleştirerek söylersek denebilir ki “din ile arasına kalın bir mesafe örmek” Türk aydınımsısının övündüğü bir meseledir. “Bak nasıl da bilemedim fidyeyi” deyip gevrek bir kahkaha atsanız garipsenmez yani.

Dönelim başa. Bu düzeyde bir bilgisizlikle, hatta “cehaletimle çok mutluyum” tavrıyla ancak dalga geçebilirsiniz. Elden başka ne gelir ki…

Bırakınız fidyeyi adam kaçırınca alınan bir şey, iki mekruh sınıflandırmasından birini “takriben mekruh”, sünneti cerrahi operasyon sansın. Bırakınız cenaze namazında secde ettiğimizi, teravih namazının Ramazan ayının feraizinden olduğunu, nafile namazın anlamının “boşuna kılınan namaz” olduğunu sansın. Bu cehaletle uğraşılmaz çünkü, başa çıkılmaz.

Şaka yaptığımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Daha iki gün önce önüme düşen bir videoda “titri kalabalık iki kara cahil”, teravih kılınamayacağı için Ramazan’ın iptal edilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Üstelik bunu da tam da kara cahillere layık biçimde “canı gönülden inanarak” yapıyorlardı.

Her seferinde dalgamızı geçmeyi ihmal etmeyelim. Her seferinde bu kara cahilliklerini yüzlerine yüzlerine vuralım. Verebileceğimiz en iyi tepki budur.

Şöyle diyelim mesela: “Her ne kadar bazı Hanefi âlimler Ramazan’da oruç tutmayan insanı kaçırıp ailesinden fidye istenirken bir yandan da kaçırılan kişiye zorla oruç tutturmanın vacip yani çok sevap olduğunu söylemiş olsalar da ulemanın cumhuru yani cumhuriyet fikrini savunan din âlimleri ‘oruç tutturmak mendubdur, yani dut ağacından ut yapan ustalar kaçırılmalıdır’ şeklinde fetva, yani Merkez Bankası faiz indirimi vermişlerdir. Mutezile yani tez yazan ilahiyat hocalarının bir kısmı da fidyenin “fitre”, yani kahve damıtmakta kullanılan araçla karışmaması için adının “fidye-i ahir” yani “zor zaman fidyesi” olmasını teklif etmişlerse de Cerrahiler yani ameliyat yapma salahiyeti olan din âlimleri bu görüşe karşı çıkıp çay içmişlerdir.”

Bu fakire soracak olursanız fidye, Kur’ân’a arz edilmediği için bir “indirilmiş din” değil bir “uydurulmuş din” uygulamasıdır. İnsanları oruç tutmadıkları için kaçırmak, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile açıkça çelişen bir durumdur. Biz bunu, “Kur’ân’ı Anlamak İçin Kur’ân Okumak Yeter” isimli kitabımızın yirmi sekizinci cildinde tafsilatıyla anlattık. Ama yine de “sana be Kılıçarslan.”

#Kızılay
#Ramazan
#Cumhuriyet