Sahici bir aydınlanma istiyorsak, hayatın karşımıza çıkardığı muazzam karşılaşmaların tedai ettiği hatıra zincirinin zihnimizdeki izini takip etmeliyiz. Hatıralarımız, yaşadığımız olayların arasındaki esrarengiz bağı ortaya serdikçe iç dünyamızda şimşekler çakar, bu yeni açılan yolu takip eden zihnimiz bir havai fişek gösterisini izliyormuşçasına parıltının aydınlatmasıyla hayranlıktan şaşkına düşer. “İşte!” deriz “işte buldum, yaşadığımız hayatın hiç de göründüğü gibi sıradan olmadığını, olaylar arasında müthiş bir bağ bulunduğunu...” Ama çoğu zaman bu ışıltı oracıkta kalır, çok azı ise ilerler ve algısı insanın önüne yepyeni fark ediş kapıları açar. Sanıyorum William James'in dini yaşantılardaki sezgiyi dile getirirken anlatmaya çalıştığı “an” ile Freud'un serbest çağrışımın bir tedavi tekniği olarak önemini fark ettiği “an”ın benzerlikleri de yaşantılarımızı birbirine bağlayan, önemli hatıra haline getiren tevafuklarda saklı...
On beş gün kadar önceydi. Kadim dostum, şimdi dünyanın en iyi omurga cerrahlarından ortopedist Prof. Dr. Muharrem Yazıcı, bir mecliste Seyyid Hüseyin Nasr ile ABD'de karşılaşmasını anlatıyordu. Onu dinlerken zihnim, beni 1982'ye götürdü. Ankara'daydım; tıp fakültesi eğitiminin sonlarına doğru geliyordum. Yaşadığım kimlik bunalımı nedeniyle, ne yapacağını bilemez halde, acılar içinde kıvranan, yakalandığı fanatik ideolojik girdaptan çıkmaya çalışan ama bir türlü gideceği yolu bulamayan bir gençtim. Belki bir umut ışığı bulurum diye hırsımı kitaplardan çıkarıyor, doymak bilmez bir iştahla sayfalara saldırıyordum. Nasr'ın “İnsan ve Tabiat”ını, artık hangi kitabın bulunduğunu neredeyse ezbere bildiğim Dost Kitabevi'nin raflarının birinde buldum. Aslında o türden yayınevlerinin kitapları yer almazdı bizim kitapçıda, nasılsa olmuştu işte... Çarpıldığım kitapla birlikte, gerisi çorap söküğü gibi gelmişti. Yeryüzü Yayınları, İnsan Yayınları, tradionalist düşünürler, Adem İlbaşı, Cemil Meriç, İsmet Özel, Ahmet Kot, İlhan Kutluer, ilk Zaman Gazetesi, nihayet kitabın mütercimi ve sonra hayat kitabını okurken hep rehberliğine başvurduğumuz ağabeyimiz Nabi Avcı... Hayatımın kökünden değişen rotası...
Dost meclisinde hatıralarımın canlanmasından bir kaç gün sonra, 14 Kasım'da, bizim gazetede Akif Emre, “İslam, Batı'nın suç ortağı mı?” başlıklı yazısında Nasr'dan bahsetti. “Bu indirgemeci yaklaşım bana yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi'nde yaşanan bir tartışmayı hatırlattı. İslam bilim tarihi konusunda önemli bir isim olan Seyyid Hüseyin Nasr, üniversitede Osmanlı bilimi üzerine bir konferans veriyordu. Konuşması sırasında akademisyenlerden biri, 'Osmanlı'da bilim var mı ki bilim tarihinden, bilim anlayışından bahsediyorsunuz' şeklinde bir soru, daha doğrusu itiraz yöneltti. Nasr Müslüman ülkelerdeki batıcı aydınların genel tavrına aşina olduğu için karşı soruyu sorarak müdahale etti: 'Siz hayatınızda hiç Osmanlıca yazılmış yazma eser, bir metin okudunuz mu?' Cevap hayırdı. 'Peki, hiç muttali olmadığınız, tanımadığınız bir kültür hakkında bir akademisyen olarak nasıl bu kadar kesin konuşabiliyorsunuz?”... Bu satırlarla birlikte, Nasr'ın bir iki kez Türkiye'ye geldiğini ve hatta bir keresinde televizyonda İbrahim Kalın'la çok hoş bir mülakat gerçekleştirdiğini hatırladım. Düşünce tarihimizde mutlaka kalıcı bir iz bırakacağına inandığım “İbrahim Kalın” adı, Katip Çelebi üzerine yıllar önce okuduğum bir yazısıyla birlikte çıkageldi. Bu çağrışım, “İslam âlimi kime denmeli?” yazımın gazetede yayınlanacağı sabahın gece yarısı rüyamda oldu. Rüyadan hemen sonra uyandım, kalktım, o yazıya bir daha devam etmeme, tartışmayı ilahiyatçılara bırakma kararım olduğu halde, Katip Çelebi'den bahseden bir yazı daha yazmaya karar verdim ve buraya kadar olan bölümü yazdım. Gördüğünüz gibi yazı, hemen hemen bitti. Başlık var ama asıl yazıya yer kalmadı, nakli ve akli ilimler çatışır mı konusuna başlayamadım bile. Belki de İbrahim Kalın'ın makalesinden biraz olsun bahsetmek, fazla söze gerek bırakmayacak.
Katip Çelebi (1609-1659), Osmanlı düşünce tarihinin önde gelen simalarından biri. “Mizanü'l-Hak fi İhtiyari'l-Ehak” en önemli eseri. “İhtilaflı konularda toplumu kendi dar görüşlerine göre yeniden kurmaya çalışan ulemaya şiddetle karşı çıkar. Tütünden kahveye, Firavun'un imanından müzik dinlemeye kadar, Osmanlı ve İslam toplumlarının tartışageldiği konuların kibir ve inat ile çözülemeyeceğini söyler. Ona göre, bu konularda bir orta yol bulmak, ne bilgi sahibi olmak anlamında ulemanın, ne de siyasî güç kullanmak anlamında siyasetçilerin işidir. Orta yol bulmak, bir sanat işidir”. Katip Çelebi, meselelerin çözümü için 'medenîleşme hikmeti' dediği bir bakış açısı önerir. “Mizanü'l-Hakk'ın temel problematiği, akıl ile nakil ya da aklî ve naklî ilimler arasındaki ilişkidir. Dini korumak adına aklî ilimlere gösterilen ilgisizlik, Katip Çelebi'nin kitap boyunca eleştirdiği ana konudur. Yazarımıza göre din ile akıl, şer'î ilimlerle aklî-felsefî ilimler mutlak manada çatışamaz. Çatışma, ancak muayyen bir din anlayışıyla muayyen bir akıl (yani bilim ve felsefe) anlayışı arasında olabilir…” Meraklısı, (bize göre medeniyet derdi olan herkes) yazının tamamı için İbrahim Kalın'ın Anlayış Dergisi'nin Mart 2005 tarihli nüshasına bakabilir.