|

BU HAFTA SONU GÖSTERİME GİREN DİĞER FİLMLER

Ali Murat Güven
00:00 - 15/03/2009 Pazar
Güncelleme: 21:19 - 15/03/2009 Pazar
Yeni Şafak
BU HAFTA SONU GÖSTERİME GİREN DİĞER FİLMLER
BU HAFTA SONU GÖSTERİME GİREN DİĞER FİLMLER

Hayvanları (pek) sevmeyen bir topluma iyi gelebilecek bir öykü
KÖPEK OTELİ / Hotel for Dogs

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2008, ABD-Almanya ortak yapımı

Türü ve Süresi:
Gençlik serüveni / 100 dakika

Yönetmen:
Thor Freudenthal

Senaryo:
(Lois Duncan'ın aynı adlı çocuk kitabından uyarlamayla) Jeff Lowell, Bob Schooley ve Mark McCorkle

Görüntü:
Michael Grady

Müzik:
John Debney

Kurgu:
Sheldon Kahn

Oyuncular:
Emma Roberts, Jake T. Austin, Kyla Pratt, Lisa Kudrow, Kevin Dillon ve Don Cheadle

İthalatçı Şirket:
UIP

Dağıtıcı Şirket:
UIP

İçerik Uyarıları:
Bütün yaş grupları için uygundur.

Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:

Yıldız Puanı:
* * ½

Genç bayan kahramanımız Andi ve küçük erkek kardeşi Bruce, evde hayvan beslenmesine kesinlikle izin verilmeyen bir Amerikan kasabasında yaşamaktadırlar. Buna rağmen gizli gizli büyüttükleri “Friday” adlı köpeklerini artık daha fazla saklayamayacakları bir noktaya gelmişlerdir. Bir gün tesadüfen karşılarına çıkan terk edilmiş bir otel binasını görünce, çaresizlik içinde çırpınıp duran Andi'nin aklına parlak bir fikir gelir. İçinde zaten bir kaç köpeğin yaşamakta olduğu bu ıssız oteli köpekler için güvenli bir yuvaya dönüştüreceklerdir.

Kararın verilmesinden sonra Bruce'un dehası devreye girer ve gündelik hayatta kullandıkları sıradan eşyalardan “tesis”te çok önemli işler gören bazı mekanik araç-gereçler üretme görevini o üstlenir. Ardından, komşu çocuklarının da yardımıyla ıssız oteli cazip bir köpek konaklama merkezine dönüştürmek için hep birlikte kolları sıvarlar. Burası sadece “Friday” için değil, bulabildikleri her sahipsiz köpek için sıcacık bir yuva olacaktır.

Ancak, metruk otel binasından yükselen havlama seslerinin mahalle sakinleri arasında kuşku uyandırması üzerine, Andi ve Bruce, hayvanların köpek yakalayıcıları tarafından bulunup tekrar sokağı boylamalarını önleyebilmek için kimi zaman komik, kimi zaman da trajik olaylara sahne olan zorlu bir mücadeleye girişeceklerdir.

“Köpek Oteli”, insanoğlunun, o doymak bilmez yayılmacılığıyla yerkürenin -işe yarar bulduğu- her santimetrekaresini işgal edip diğer canlı türlerinin huzur içinde yaşama hakkını umarsızca gasp ettiği karanlık bir çağda, “dört ayaklılar”ın da bu gezegenin en az bizim kadar yerlisi olduğu gerçeğini kitlelere yeniden hatırlatan, sinemasal açıdan iddiasız, ancak çoluk-çocukla birlikte zevkle izlenebilecek bir gençlik serüveni… Doğa sevgisi aşılayan böylesi yapımlar, özellikle Türkiye gibi hayvanlara yönelik merhamet duygusu yönünden ürkütücü bir körleşme sürecine girmiş, yavru köpeklerin belediye görevlileri tarafından zehirlendiği (daha da beteri, “öğütülmek” üzere damperli çöp kamyonlarının arkasına atıldığı) “sorunlu” ülkelerde, yalnızca hoşça vakit geçirten birer “film” olmaktan çok daha ötelere geçen ahlâkî misyonlara sahipler. Hollywood'un kıdemli animasyon sanatçılarından Thor Freudenthal'ın ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesi “Köpekler Oteli” de gerek “hayvan sevgisi”, gerekse “ailenin önemi”ne ilişkin vurgularıyla, bu yönde pek çok yapıcı mesajla dolu…

“Titreyip kendine dönme” noktasındaki bir uyarının hangi milletten geldiği hiç mi hiç fark etmez; hayvanları bu kadar seven ve koruyan bir peygamber ile bu konuda sayısız güzel davranış örneği sergilemiş dâvâ arkadaşlarının yolundan gittiği iddiasındaki bir topluma, bitkilere ve hayvanlara yönelik -artık iyice sistematikleşen- sadistik eğilimlerin hem din, hem ahlâk, hem de hukuk açısından yanlış olduğunu birilerinin mutlaka hatırlatması gerekiyor. Umulur ki bu sayede kendi halinde yüzüp duran yunusları zevk için av tüfeğiyle vuran, sokak köpeklerinin başlarına naylon şişeler geçirip onlara işkence yapan, nesli tükenmek üzere olan kaplumbağaları kıyılarda yumurtlarken taşlarla ezip öldüren gözü dönmüş bir kuşağın yerini, mizaç olarak -Nazilerin ünlü manyak tıp adamı “Dr. Joseph Mengele”ye değil- sahabenin en saygın adlarından “Ebû Hureyre”ye (Bu lâkap, Arapça'da “kedilerin babası” anlamına gelir) benzeyen yepyeni bir çocuk ve gençlik kuşağı alsın…

Meseleye böyle bir perspektiften bakıldığında da “Köpekler Oteli”, üstüne bir tomar para ödeyerek şiddet, küfür ve pornografi sağanağı yaşamak istemeyen sorumluluk sahibi ebeveynler için, çocuklarıyla birlikte rahatlıkla izleyebilecekleri kaliteli bir aile filmi olarak bu hafta sonundaki en isabetli seçeneği oluşturuyor.


* * *

'Büyük trajedi'nin en tepesinde, gözükara bir canbaz
TELDEKİ ADAM / Man on Wire

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2008, ABD-Fransa ortak yapımı

Türü ve Süresi:
Belgesel / 94 dakika (Arşiv görüntüleri ve yeni çekimlerin karışımı)

Yönetmen:
James Marsh

Senaryo:
(Philippe Petit'nin “Bulutlara Erişmek” adlı biyografik kitabından uyarlamayla) James Marsh

Görüntü:
Igor Martinovic

Müzik:
Michael Nyman

Kurgu:
Jinx Godfrey

Oyuncular:
Philippe Petit, Jean Louis Blondeau, Annie Allix ve Jim Moore

İthalatçı Şirket:
Bir Film

Dağıtıcı Şirket:
Tiglon Film

İçerik Uyarıları:
Öykünün odak noktasında yer alan tehlikeli gösteri, yanısıra da uyuşturucu ve cinsellikle ilgili bazı değinmeleri nedeniyle, 15 yaşından küçükler için uygun değildir.

Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:

Yıldız Puanı:
* * *


7 Ağustos 1974'de, Philippe Petit isimli bir Fransız ip canbazı, o dönemde yeryüzündeki en yüksek binalar olarak kabul edilen (ve 11 Eylül 2001 uçak saldırılarında da 3000'i aşkın insanla birlikte tarih olan) New York kentinin ünlü “İkiz Kuleler”i arasında gerilmiş tele doğru ilk adımını attı. Genç adam, aşağıda bekleşen halkın korku dolu bakışları eşliğinde telin üzerinde yaklaşık bir saat süreyle dans ettikten sonra, çatıya çıkan güvenlik güçleri tarafından tutuklandı ve “psikolojik değerlendirme”den geçirilmek üzere hastaneye gönderildi. Kısa süren bir cezaevi serüveninden sonra da serbest bırakıldı.

Giriştiği gösteriyle o dönemde dünya medyasını ayağa kaldıran Petit, uzunca bir süre Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerinin arasında yürümenin hayâlini kurmuş ve New York'ta geçirdiği sekiz ay boyunca da projeyi gerçekleştirmek için gizliden gizliye çalışmıştı. Usta canbaz, New York'taki arkadaşları ve işbirlikçilerinin yardımları sayesinde ardarda inanılmaz engelleri aştı: Üzerinde yürüyeceği teli ve onu iki çatı arasına germek için kullanacağı ekipmanı İkiz Kuleler'e sokmak, çantalarında onca ıvır zıvırla birlikte binanın güvenlik sisteminden defalarca geçmek, teli çatıya kadar ulaştırıp kulelerin sallanma oranı ve rüzgârın gücünü de hesaplayarak iki binanın arasına germek… Nihayet, kahramanımız aylar boyunca bütün bu “imkânsız”ları tek tek sabırla aştıktan sonra da o sabah saat yediyi çeyrek geçe, Manhattan kaldırımlarından 411 metre yükseğe gerilmiş telin üzerinde yürümeye başlayacaktı.

İngiliz yönetmen James Marsh'ın bol ödüllü belgeseli “Teldeki Adam”, üzerinden 35 yıl geçen bu cesur denemeyi, öncesi ve sonrasındaki bütün ayrıntılarla birlikte genç kuşaklara aktaran son derece ilginç bir çalışma. “Yüzyılın en büyük sanatsal suç”unu Petit ve ona yardımcı olan arkadaşlarının anlatımları eşliğinde bizlere aynen o günkü heyecanıyla aktaran yapıt, Oxford Üniversitesi mezunu yönetmenimizin de üçüncü uzun metrajlı filmi...

“Ay sonunu kazasız belasız getirme”, “faturaları düzenli olarak ödeme” ve “tok karnına yatağa girme” gibi ömür törpülerinden bir türlü kurtulamayan, “sıradanlığın kısırdöngüsü”nü geride bırakmayı başarıp sıradışı başarı ve rekorlara kulaç atmayı artık hayâl dahi edemez duruma getirilmiş yorgun bir milletin çocukları olarak, Petit'nin bu denemesi Türk izleyicisine ilk anda biraz “marjinal”, hattâ fazlasıyla “tok adam işi” olarak görünebilir. Oysa gerçek şu ki insanlık tarihindeki bütün büyük siyasal, toplumsal, bilimsel ve hatta dinsel sıçramaların ardında, bir “ideal”e gönülden bağlanmış olan cesur insanlar vardı. Ve bir zamanlar Hezarfen Ahmet Çelebi gibi sıradışı tarihsel kişilikler vesilesiyle kanat takıp uçmayı deneyen biz Türkler de böyle özel insanların kökünü yüzlerce yıl önce kuruttuğumuz için, günümüzde dünya sahnesindeki hiç bir meselede yumruğumuzu masaya vuramaz durumdayız. Ancak, “Devlet kapısına kapağı atarım, sonra da sallarım başımı, alırım maaşımı” diyerek hayattaki hiç bir riske talip olmaksızın yaşayıp giden, kusursuz bir sinikliğin temsilcisi konumundaki “düz tipler”le de bu ülke nereye kadar gider, işte orası son derece kuşkulu…

O yüzden, 2008 yılı “En İyi Belgesel Film” Oscar'ına ve daha yarınm düzine prestijli ödüle sahip “Teldeki Adam”, -eğer ki böylesine yıldırıcı bir sosyo-ekonomik düzende hâlâ örnekleri kalmışsa- “kendini aşmayı” hayâl edebilen az sayıdaki izleyiciye, özellikle de ömrünün en verimli yıllarını bilgisayar başında “chat” yaparak tüketen gençlere söyleyecek önemli sözleri olan bir yapıt.

Fakat, sakın ola ki bu sözlerim ters tarafından anlaşılmasın! Siz sevgili gençler, cesaretinizi göstermek adına ille de iki gökdelen arasına gerilmiş bir ipin üzerinde yürümenize gerek yok; şu dünyadaki gelip geçici varlığınızla kendiniz, aileniz, ülkeniz ve insanlık için küçücük bir fark yaratabilmek istiyorsanız, sistemin sizlere çizdiği sınırları zorlayan böylesine coşku dolu bir ruha sahip olmanız bile fazlasıyla yeterli!

75 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık 20 ülkesi arasında yer alan Türkiye'nin Olimpiyatlar'da bugüne kadar elde edebildiği madalya sayısına, bunların dağılımına ve bütün bir spor tarihinde kırmayı başarabildiği rekorların toplamına şöyle üstünkörü bir göz atarsanız, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayabilirsiniz. Aklı başındaki her insanı kahredecek nitelikteki bu tür bir kıyaslama girişiminin içine “bilim tarihi”ndeki mevcut pozisyonumuzu hiç katmıyorum bile…



* * *

İrlandalı huzursuz çocukları bir de 'üç boyutlu' izleyin
U2 (3 BOYUTLU) / U2-3D

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2007, ABD yapımı

Türü ve Süresi:
Müzikal Belgesel / 85 dakika

Yönetmenler:
Catherine Owens ve Mark Pellington

Görüntü:
Tom Krueger

Kurgu:
Olivier Wicki

Sanatçılar:
Bono, The Edge, Adam Clayton, Larry Mullen J.R.

İthalatçı Şirket:
Mars Entertainment Group

Dağıtıcı Şirket:
Mars Entertainment Group- gnctrkcll

İçerik Uyarıları:
Yüksek volümlü rock müzikten hoşlanmayanlar için uygun değildir.

Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:

Yıldız Puanı:
* * *

İrlandalı protest rock grubu U2, çeyrek yüzyıldan fazla bir süredir, sadece müzikal buluşlarıyla değil, aynı zamanda yeni teknolojileri kullanma konusundaki o benzersiz vizyonuyla da büyük bir şöhret kazandı. Grubun fanatiklerinin konserlerde her zaman için alışılmışın dışında bazı teknolojik cambazlıklarla karşılaşma ihtimalleri var. Bu gibi yenilikçi yaklaşımların en fazla akılda kalan örnekleri ise 1992-93 yıllarındaki “ZooTV" turu sırasında görüntü ekranlarının çığır açan kullanımı, 1997-98 “PopMart” turu sırasında LED görüntülerinin kullanımı ve 2005-06 “Vertigo” turu sırasında da sahnede ışıklı-boncuklu görüntü perdelerinin kullanımıydı. Apple iPod taşınabilir müzik aygıtının yeni dönemde “walkman” ve “discman”lerin yerini alacağını fark edip bu yeni buluşu hararetle desteklemelerinde olduğu gibi, U2, izleyicilerin karşısında yeni teknolojiler aracılığıyla nasıl güçlü bir etki yaratacağını aynı sektördeki diğer sanatçılardan çok daha erken kavramış “uyanık” bir topluluk…

Canlı bir gösterinin ilk üç boyutlu dijital (ve çok kameralı) uygulaması olarak sinema tarihine geçen “U2 3D” filmi de Bono ve arkadaşlarının yeni teknolojileri kucaklama yönündeki yaklaşımının taze bir örneğini oluşturuyor. 85 dakikalık bu filmdeki görüntüler, grubun 2006 yılında düzenlenen konser turu kapsamında, Güney Amerika kentleri Meksiko City, Sao Paulo, Santiago ve Buenos Aires'de gerçekleşen 7 stadyum konserinde dijital 3 boyutlu kameralarla çekilmiş. Görüntüleri film şeridi ya da manyetik bant yerine doğrudan doğruya hard diske kaydeden bu ileri teknoloji ürünü kameraların sağladığı görsel kalite 6 kanallı dijital ses sistemiyle birleştiğinde, izleyiciyi beyazperdede olağanüstü bir gerçeklik duygusu bekliyor ve yapıt da stadyum konserlerinin heyecanını sinema salonlardaki müzikseverlere birebir yaşatıyor.

Bu arada, filmi Türkiye'ye getiren Mars Entertainment Group, ülkemizde (geleneksel 35 mm sinema makinesiyle değil) doğrudan dijital bir kaynaktan perdeye yansıtma yöntemiyle gösterim yapan ilk dijital salonların kurucusu olma özelliğine sahip… Nitekim, Nuri Bilge Ceylan'ın geçen sonbaharda izleyiciyle buluşan “Üç Maymun”u, hem bu yöntemle çekilen, hem de gösterilen ilk dijital Türk filmi olarak ulusal sinema tarihimize geçti. Arada “film şeridi” cinsinden bir taşıyıcı materyal olmadığından, perdeye yansıyan görüntülerde kullanımdan kaynaklanan çizikler ve lekeler görme ihtimaliniz de bütünüyle ortadan kalkıyor. Ancak, perdeye yansıyan bu görsel pürüzsüzlüğün, sinemanın biraz da o çizikler ve lekeler olduğuna inanan, geleneksel gösterim yöntemlerine güçlü bir nostalji duygusuyla bağlı benim gibi “fosiller”e ise çok iyi geldiği söylenemez doğrusu. “Dijital film” adı verilen yeni çekim/gösterim yönteminin teknik açıdan kusursuz ve aşırı parlak yapısına henüz alışamayan bir sinemasever olarak, salonun arka taraflarından gelen bir “sinema makinesi tıkırtısı” duymadığımda, aynı şekilde perdedeki görüntülerin üzerinde de irili ufaklı bazı yıpranma izleri görmediğimde ister istemez huzursuz oluyorum. Velev ki karşımdaki gösteri U2 gibi müziğini çok sevdiğim adamların üç boyutlu bir konser filmi olsa bile…

Ancak, genç kuşak sinefillerin bizimkine benzer “arkaik takıntıları” olmak zorunda değil elbette. Onlar zaten gözlerini doğrudan doğruya “dijital dünya”ya açtılar ve bu yöndeki bir iletişim devriminin bağrında büyüyorlar. Tıpkı, analog plaklardan yükselen o çıtırtılı sesin tılsımına kendilerine kaptırma şansını hiç bulamadıkları gibi, 2000'lerle birlikte ergenliğe adım atan bu son kuşağa 35 mm şerit filmin “bol çizikli derinlik duygusu”ndan, kendine özgü renk lezzetinden söz etmek de abesle iştigal olacaktır.

Sizler de “Perdede U2 olsun da her ne formatta olursa olsun, benim için hiç fark etmez” diyenlerdenseniz, izleyicisine baş döndürücü bir ses ve görüntü cümbüşü sunan, “National Geographic” kalitesiyle çekilmiş bu müthiş belge-konsere bayılacaksınız.

16 yıl önce