|

Buram buram Anadolu kokan hikayeler

İz Yayınları arasında çıkan Hana Vardık Yağmur Dindi adlı hikaye kitabını Mehmet Şeker yazdı. Bu hikâyelerde, Türkçenin bülbül sesini duyuyoruz, Anadolu’nun sessiz ama muhkem gücünü hissediyoruz.

04:00 - 15/06/2023 الخميس
Güncelleme: 01:19 - 15/06/2023 الخميس
Yeni Şafak
Arşiv.
Arşiv.
Hacer Yeğin

Mehmet Şeker’i uzun yıllardır Yeni Şafak gazetesinde yazdığı günlük yazılarıyla tanıyoruz. Aynı zamanda ara ara şiirlerini de edebiyat dergilerinde okuruz. 2016 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından basın dalında yılın yazarı seçilen Mehmet Şeker, geçtiğimiz haftalarda okuruna sürpriz yaparak bir hikaye kitabı yayımladı. İz Yayınları arasında çıkan “Hana Vardık, Yağmur Dindi” yazarın ikinci hikaye kitabı aslında. Yalın bir dille alınmış hikayeler aynı zamanda yazarın hayatından ve hatıralarından ilhamla kaleme alınmış. Kitapta yer alan hikâyelerin her biri bağrımızdan sökün eden türkülerimiz gibi. Hepsi bizden, hepsi tanıdık.. Okurken irademizi kuşanarak da olsa sürüklenip gittiğimiz tahkiyenin bu kâmil ürünleri bizi şefkatle sarıp sarmalarken kimi zaman istemsiz gülümsetiyor, kimi zaman da damağımızda acı bir tat bırakıyor. Büyük usta Neşet Ertaş’ın “Biz, çekmediğimiz derdin türküsünü yakmayız” sözünün karşılığını, işte damağımızda kalan bu tat, şerh ediyor bir bakıma. Yazar, büyük olasılıkla “Hissetmediği duygunun hikâyesini kaleme almamış ya da yaşanmadan yazılacak bir şey değil bu!” dedirtiyor.

BİR ÇOCUĞUN GÖZÜNDEN

Rotasını daima Anadolu’ya kıran hikâyelerde, anlam içre anlam, zaman içre zaman geçişlerini tecrübe etmek mümkün. Örneğin Kurban Bayramı geldiğinde gözü gibi baktığı kuzusunu kestirmek istemeyen çocuğun “Karagöz’e Kıyılır mı Hiç” dediği öyküde, çığlık çığlığa “Kıyılmaz, kıyılmaz!” diye veryansın ederken buluveriyoruz kendimizi. On yaşında bir çocukla daha doğrusu kendi çocukluğumuzla kurduğumuz o ünsiyet, bizi “Bunca zamandır ben Karagöz’ün yanında Hacivat olmuşum da ancak bugün farkına varıyorum.” şuuruna eriştiriyor. Çocukluğumuzun sahip çıkamadığımız ve ellerimizin arasından akıp giden her hayali, arkasından ağıt yaktığımızı sandığımız yılların içinden boynunu uzatıp reverans yapıyor. Aslında ağıt bizi yakıyor o zaman.

Tırnovalı bir muhacirin dilinden, bazen Üsküdar’a giden bir vapurun güvertesinden, bazen de kendisini daha çok sevdirebilmek için okulun bahçesinde öğrencilerin gelmesini bekleyen Zıpır’dan dinliyoruz Mehmet Şeker’in hikâyesini. “Bir Evin Üç Ahmet’inden” biri olduğumuzda kader planında ciddi bir iç hesaplaşma yaşıyor, zamanla kurduğumuz muhâl ilişkiyi gözden geçiriyoruz: “Zaman belki de düz ya da dalgalı bir çizgi gibi değil de nerede başladığı, nerede biteceği, dibi, derinliği, sonu, çapı, hızı (biz faniler için) belli olmayan, içinde kıvrıla kıvrıla, döne dolana, savrula savrula dibine doğru yol aldığımız, attığımız her turda bir önceki turun izdüşümünden geçerken bizi tarihin tekerrürüne inandıran bir garip girdaptır belki de. Neden olmasın?”

HAYATIN İÇİNDEN NOTLAR

Biz faniler de, ülkeler de, tarih de, coğrafya da, medeniyetler de, hatta dünyanın küllümü ve dahi zamanın bizzat kendisi bu girdabın içerisinde birbirinden farklı hızlarla kaçınılmaz sona, girdabın dibine doğru yol almakta mütemadiyen…

“Arkadaş Günlüğü”nde mecazi aşkın; üzerinde yükselen anlam yüküyle belinin çıtırdadığını duyuyoruz Otobüs durağında başlayan bir aşkın kaderi yine otobüs durağında bitmek midir? Kahramanımız, bir otobüs durağının sağlayacağı ufkun çok ötesinde, seyir ve seyahatler yaşıyor. Günümüzün aşkları için Kösoğlu üstadın “Otobüs duraklarında başlayıp bitiyor” söylemi, nefsine ağır geliyor, kendine yediremiyor bir yerde. Çağın adamı olmak, her zaman hoşa gitmiyor demek ki…

Şairin “Ben atlara ve uzaklara hayrandım” dizesini bir çocuğun, dedesinin ölen atına açtığı pencereden temaşa ediyoruz. “Bir atı sahibi hiç yatar hâlde göremez. Kendini o şekilde göstermez hayvan. Çoğunlukla ayaktadır, uyurken de öyle. Sahibinin ayak seslerini duyduğu anda, yatıyorsa bile ayağa kalkar, onu ayakta karşılar.” Sonra yüzyıllardır at’a duyduğumuz hayranlığın bir gerekçesi daha iniveriyor sadrımıza. Boşuna değil diyoruz bu bağlılığın genetik mirası; bu hayvan asil hayvan, vesselam.

Bu hikâyelerde, Türkçenin bülbül sesini duyuyoruz, Anadolu’nun sessiz ama muhkem gücünü hissediyoruz. Hem kültürel mirasımızın daha önce fark etmediğimiz mahalli inceliklerini okuyor hem de yaşıyoruz onları; akıp gidiyoruz anlamların peşinden. Bir şairle birlikte “keşke”lerle başlayan bütün cümlelere düşman kesilirken bir gece yarısı uzaktan seyrettiğimiz dehşetli bir yangının alevleri sarıyor dört yanımızı. Bir tek mısra bekliyoruz terü taze ama hep eski şiirler geliyor dilimize.

Yazar kitabının adını, sair zamanlarda kaleme aldığı yirmi beş öykünün içinden seçip koyuyor ancak peşpeşe okuduğumuz hikâyelerden sonra bunun rastgele olmadığını anlıyoruz. Kitaba adını veren “Hana Vardık Yağmur Dindi” söyledikleri kadar söylemediklerini de duyuran bir hikâye. Başa gelen türlü sıkıntıların ardından kahramanların üstüne inen sükunet ve suhulet, hesapsız bir tevekkülün ürünü olurken bizi de kolumuzdan tutup bir rıza makamına taşıyor. O zaman bütün bu tahkiye evreninin, aslında hayatın bizâtihi kendisi olduğuna hükmediyoruz; gerçeklikle kurgu arasındaki o incecik çizgi de ortadan kalkıyor. Baki kalan gökkubbede hoş bir sada imiş, Mehmet Şeker yazdıklarıyla, hoş bir sada bırakmayı başarıyor. Hikâyemizin bereketli ırmağında velut bir kalem olmayı sürdürmesini diliyoruz.

#Hacer Yeğin
#Hana Vardık Yağmur Dindi
#Anadolu kokan hikayeler
1 عام قبل