|

Mülteci krizi İnsanlık krizi

Avrupa'ya 2014 yılından itibaren artan mülteci akını sadece Avrupa Birliği'nin siyasi varlığını değil, aynı zamanda bu siyasi yapının üzerine kurulu olduğu varsayılan “Avrupa değerlerinin” de sorgulanır hale gelmesine neden olmuş gibi görünüyor. Birçok konuda olduğu gibi, iltica alanında da Avrupalı kendisi için ürettiği bir takım değerleri “evrensel bir norm” olarak dünyanın geri kalanına sunmakta.​

Yeni Şafak ve
04:00 - 22/10/2016 Cumartesi
Güncelleme: 20:18 - 21/10/2016 Cuma
Yeni Şafak
Dr. A. Zafer SAĞIROĞLU

İstanbul Üniversitesi - Göç Uzmanı


Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yaptığı konuşma Türkiye'de ve dünyada çeşitli tepkilere neden oldu. Yapılan yorumların bir kısmı Erdoğan'ın konuşmasının büyük bir yankı uyandırdığını ifade ederken, bir diğer kısmı konuşmayı “alışılmış” buldu. Aslında Erdoğan'ın söyledikleri içerisinde FETÖ ile ilgili vurgusunun dışında “yeni” bir ifade yoktu. 2 yıl önce aynı kürsüde yaptığı konuşmada da Cumhurbaşkanı benzer cümleler ile dünyanın vicdanına seslenmeye çalışmış idi. İki yıl sonra aynı cümleler ile “küresel vicdana” seslenmesinin ne türden akisleri olacağını kestirmek çok zor görünmüyor.



AVRUPA'YA SIĞINMAK YA DA SIĞIN(A)MAMAK…


Mülteci krizinin kıta Avrupası ülkelerinde meydana getirdiği dalgalanmalar göz önüne alındığında mesele daha iyi anlaşılabilir belki. Avrupa dış sınır kontrol gücü FRONTEX'e göre 2015 yılında yasa dışı yollardan Avrupa'ya giriş yapan düzensiz göçmen sayısı 1.8 milyon kişi. Sadece Almanya'da sığınma başvurusunda bulunan 476 000 sığınmacı bulunuyor. Sığınma başvurusu kabul edilen göçmen sayısı tüm Avrupa'da 300 000'i geçmemekte.



Şu anda Avrupa Birliği'nin en canlı tartışma konusunu Birliğin siyasi birlikteliği oluşturuyor. İngiltere'nin ayrılması ile birlikte birçok ülkenin iç siyaseti hareketlenmeye başladı. Fransa'da Le Pen, Almanya'da Pegida gibi göçmen karşıtı ve sağ kanat aşırı milliyetçi siyasi partiler seçimlerde oy oranlarını kayda değer biçimde artırdılar ve artırmaya devam ediyorlar. Bu partilerin Avrupa Birliği ile çok sıkı olmayan bağları olduğu da bilinen bir gerçek. Diğer bir ifade ile birlik üyesi ülkeler içerisinde göçmen karşıtlığının rüzgârı ile yelkenini dolduran AB karşıtı siyasi hareketlerin durumu birliğin geleceğini doğrudan etkileyecek.



Diğer taraftan göçmenlerin rotası üzerinde bulunan ülkelerde de mülteciler ciddi tartışmalara neden oluyorlar. İngiltere'de BRETIX süreci, Fransa'da Le Pen'in ve Almanya'da Pegida gibi ırkçı hareketlerin yükselişi mülteci akının görülen sonuçları. Özellikle mültecilerin rotası üzerinde bulunan Yunanistan, Bulgaristan, Slovekya, Avusturya, Macaristan gibi ülkeler karşı karşıya kaldıkları kriz ile baş edebilmenin yollarını arıyorlar. Macaristan daha fazla sığınmacıyı kabul etmeyeceğini ilan edip, sınırına jilet tipi dikenli tellerle örülü duvarlar örerken, Slovakya sadece Hıristiyan mültecileri ülkesine kabul edeceğini duyuruyor. Geçen hafta sonu AB'nin “adil mülteci dağıtımı” çerçevesinde Macaristan'ın payına düşen 1294 mülteci alımı için yapılan refaranduma katılanların % 98'i hayır dedi. Neyse ki, katılım oranı % 50'nin altında kaldığı için referandum sonuçları uygulamaya yansımadı (!). Özellikle Yunanistan sınırında yığılan ve ileriye gidemeyen sığınmacılar ile ilgili üzücü haberler gelmeye devam ediyor.


Romalılar Akdeniz için “Mare Nostrum” (bizim deniz) tabirini kullanırlardı. İlginç bir şekilde Akdeniz'den Avrupa kıtasına geçişleri engellemek üzere AB tarafından yürütülen ve bir zaman sonra bütçe kısıtlamaları nedeni ile iptal edilen bir sınır güvenlik projesinin adı idi Mare Nostrum. Ne yazık ki, sadece geçen yıl 3770 insan “bizim deniz”i geçmeye çalışırken hayatını kaybetti. Buna rağmen, güvenlik önlemlerinin artırılmasından başka hala güvenli bir rota açılması gündemde değil.



“ODADAKİ FİL”


Avrupa'ya 2014 yılından itibaren artan mülteci akını sadece Avrupa Birliği'nin siyasi varlığını değil, aynı zamanda bu siyasi yapının üzerine kurulu olduğu varsayılan “Avrupa değerlerinin” de sorgulanır hale gelmesine neden olmuş gibi görünüyor. Birçok konuda olduğu gibi, iltica alanında da Avrupalı kendisi için ürettiği bir takım değerleri “evrensel bir norm” olarak dünyanın geri kalanına sunmakta. Son dönemde ortaya çıkan krize kadar önemli ölçüde başarılı bir biçimde mülteci hukukunun uygulandığı savunulabilir. Fakat başarılı sayılan ve bir “norm” olarak değerlendirilen uygulamaların güvenirlilik ve geçerliliği açısından “mülteci krizi” bir “turnusol kâğıdına” dönüşmüş görünüyor.



Mültecilik ile ilgili süreçlerin neden çöktüğünü anlamak için, yine Batının içinden, bir göç uzmanı olan Oxford Üniversitesi Refugee Studies Center direktörü Prof. Alexandar Betts'i dinlemek zihin açıcı olabilir. Betts, “Global Politics and Forced Migration” isimli eserinde mültecilik hukukunun II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan soğuk savaş döneminin bir eseri olduğunun altını çizer. İltica hukuku ve mültecilik statüsünün bu dönemde Doğu Bloku ülkelerinden Batılı ülkelere sığınanların – ki içinde casusluk ile suçlananlar da vardır – batılı ve batı müttefiki ülkelerde koruma altında tutulması ve geri gönderilmemesi için ABD'nin öncülük ettiği bir mekanizma olarak kurulduğunu uzun uzun anlatır. Nitekim uzun süren soğuk savaş dönemi boyunca, iltica sistemi doğu bloku ülkelerinden kaçan on binlerce insanın hayatının kurtarılmasını da sağlar.



Peki Suriye krizinin ardından ne değişti de kıta Avrupası ülkeleri yeni gelenleri “dışarıda” tutmanın ve geri göndermenin yollarını ararken kendi siyasi birlikteliğini sarsacak ve “değerlerini” sorgulayacak derecede bu sistemi sorgular hale geldi? Betts, “Foreign Affairs” dergisinin 2 Şubat 2016 tarihli sayısında yayınlanan “The Elephant in the Room: Islam and the Crisis of Liberal Values in Europe” isimli makalesinde bu sorunun cevabını net biçimde, yeni gelenlerin Müslüman olmasına bağlıyor. Özellikle Avrupa'ya geçenlerin büyük çoğunluğunun Suriye başta olmak üzere Afganistan, Pakistan, Irak, İran, Somali gibi hemen hemen tamamı Müslüman ülkelerden gelenlerden oluşması büyük bir krize sebep oldu. Gelenlerin büyük çoğunluğu genç bir nüfus profiline sahip. Doğurganlık oranları yüksek olan bu kitlelerin, her geçen gün kendini yenileme kabiliyeti düşen Avrupa toplumlarında, uzak olmayan bir gelecekte demografik bir dönüşüme sebep olmaları kaçınılmaz. Ancak Betts'in de altını çizdiği şekilde asıl sorun gelenlerin Müslüman olmaları ve Avrupa toplumunun kültürü ile entegre olma konusundaki dirençlilikleri. Buradan hareketle Betts son dönemde Avrupa kıtasının siyasal ve toplumsal yapısını sarsan mülteci akının temelinde Batı dünyasının İslam ile olan ilişkisinin yattığını vurgulamakta.



İster İslam ister dolaylı olarak mülteciler üzerinden olsun karşımıza çıkan tablonun sonucu açık. Karşımızda duran trajedi bir insanlık krizidir. Dünya tarihinde eşine az rastlanır bir biçimde bugünkü dünya sistemi kilitlenmiş görünüyor. Yarım milyon insan beş yıl boyunca katledilip, bir ülkenin yarısı evlerini yurtlarını terk etmiş iken dünya siyasetinin aktörleri Suriye'de bir “çözümsüzlük” denkleminde düğümlenmiş vaziyette. Diğer taraftan dünyanın farklı coğrafyalarında kendine sığınak arayan milyonlarca insan kendilerine “normal” bir hayat kurmanın arayışı içerisinde. Bu kadar zulüm ve trajediye daha fazla ne kadar katlanılacağı üzerinde daha fazla düşünülmesi gereken bir soru olarak beklemeye devam ediyor.


#Mültecilik
#Suriye krizi
#Birleşmiş Milletler
8 yıl önce