AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Bugünkü Yeni Şafak
Y A Z A R L A R
Mahya ve AB

Çok satan gazetelerden birinin ön sayfa karikatüründe Ramazan mahyası yerine "Hoş geldin AB" yazılı olmasının iki olayın aynı güne tesadüf etmesini aşan bir anlamı olmalı. Dünkü gazetelerin büyük kısmında ilk günü olmasına rağmen ya Ramazan'ın başlangıcıyla ilgili hiç habere yer verilmemişti veya AB coşkusuyla ilişkilendirilerek, küçük bir haber olarak geçiştirilmişti. Burada akla gelen soru; Ramazan mahyalarının yerini AB'nin alması acaba Müslüman Avrupalılık anlamına mı geliyor?

AB ile yapılan anlaşmanın medyatik bir şenliğe dönüştürülerek toplumsal benliğimizi, şuurumuzu, kimliğimizi şekillendiren Ramazan ayının önüne geçirilmesi ancak, Fransız Cumhurbaşkanı Chirac'ın işaret ettiği "Türklerin kültürel devrim geçirmeleri gerektiği" yönündeki uyarısı ile ilişkilendirilirse kurulursa anlam kazanır. Bu iki zıtlık arasındaki 'zihinsel dönüşüm projesini' anlamadan AB'yi değerlendirmek alaturka bir alkışçılıktan öteye geçemez. Uluslararası siyasetin sıkışmışlığı içinde iktidarın oynadığı yüzeysel denge oyununu gerekçe göstererek AB taraftarlığı yapmak toplum mühendisliğine dönüşen AB kriterlerinin nasıl zihin formatladığını fark etmemek olur.

Aslında, Türkiye'de Müslüman aydınların, kanaat önderlerinin, okumuş yazmışlarının kafa yorması gereken asıl meselenin AB projesi ile birlikte yürütülen medeniyet dönüşümünü hedefleyen, toplumsal değerlerin, zihniyetin yeniden formatlanmasına karşı geliştirilecek cevap olmalıdır. AB projesinin bu toplumun kimliğini, aidiyetini ve varlık idrakini belirleyen medeniyet çerçevesini yeniden harmanlayacak bir toplumsal bir oluşumu hedeflediğini idrak etmeden tartışmanın karşısında veya yanında olmanın fazla anlamı kalmamaktadır.

Bu idrakten yoksun olunduğu içindir ki karşı olanlar ulusalcı-kızıl elmacı yani statükocu cephenin yanında görülmektedir. AB sürecini Türkiye açısından destekleyenler büyük ölçüde sosyo-kültürel ve siyasal olarak toplumun dönüşmesini, yani tamamlanmamış batılılaşmanın bu süreçte gönüllü olarak sonuçlandırılacağı beklentisi ile her ne pahasına olursa olsun desteklenmesinden yana olduklarını her fırsatta açık etmektedirler. Fransız Cumhurbaşkanı'nın tamamlanmasını istediği kültürel devrimin gösterdiği hedef Türklerin ait oldukları medeniyet çerçevesinde anlam kazan/dırdı/kları kültürel ve zihinsel muhtevanın değişimdir.

AB sürecini bu açıdan ele almadan yüzeysel bir başarı ve şenlik havasına kaptıranların, Mekke'de AB için dua etmeye kadar işi götürenlerin önümüze konan, aslında 'icbar edildiğimiz' bu esaslı değişim projesinin ne felsefi ne de tarihi arkaplanıyla birlikte stratejik amaçlarını kavradıklarından emin değilim. Bu nedenledir ki kendilerinin yüzeysel taraftarlığından beslenen, tarihi ve kültürel kaygılarla AB karşısındaki teslimiyete yapılan itirazları kızılelmacı-ulusalcı-statükocu cephe ile aynı çizgide görme kolaycılığına kaçmalarına şaşmamak gerek.

Türkiye'nin icbar edildiği bu süreç yeni olmadığı gibi son nokta da değil kuşkusuz. Batılılaşma maceramız bir bakıma hem gönüllü hem dış şartların zorlamasıyla gerçekleşen bir süreç. Ne var ki sömürgeleşme deneyiminden geçmemiş tek ülke olmakla övünmemize karşın dünyada (kültürel olarak) kendi kendini sömürgeleştirmek gibi eşi benzeri olmayan bir deneyimi yaşadık.

Sorun kaba ve içeriksiz bir Batı ve Avrupa karşıtlığına indirgenemez. AB evrensel olduğunu iddia ettiği değerlerine uygun hale gelmemizi istemektedir. Yani farklı iki kültürün bir araya gelmesini değil kendi değerlerine entegre olmamızı açıkça istemektedir ve Avrupa'nın tarihi reflekseleri bu anlamda tekelcidir. Bu ısrarın nedeni ise stratejik olarak Türkiye ile mutlak biçimde iş tutmak zorunda olmasındandır. Aksi takdirde Türkiye ya kendi küresel rolünü üstlenecek ya Avrupa'nın küresel hesapları için işbirlikçisi durumuna indirgenecektir. 3 Ekim öncesi iplerin kopma noktasına geldiğini söyleyenler aslında buna izin verilmeyeceğini de itiraf etmektedirler: Türkiye'ye hayır denseydi köktendincilik güçlenirdi, ifadesinin açılımı Türkiye kendi rolüne dönerdi olarak okunmalıdır.

AB'nin Türkiye üzerinde yürüttüğü stratejik hesap kültürel ve zihinsel dönüşümü gerekli kılmaktadır. Bu dönüşüm sanıldığı gibi bürokratik yapılanma gibi teknik konularla sınırlı olmaktan çok zaten büyük oranda dönüşmeye gönüllü seçkinlerin dünya görüşüne uygun, meşruiyet sağlayacak etkinlikte toplumsal bir zeminin oluşmasıdır.

Resmi söylemde dile getirilen, hükümetin sık sık başvurduğu; "AB Türkiye'ye vereceği cevapla küresel güç olup olmayacağını gösterecektir" argümanı, Türkiye'nin nasıl dinamiklerinden mahrum bırakılacağının formülüdür. AB'nin hangi şartlarda, ne türden bir dönüşümle üye olarak kabul etmek istediği sorusu sorulmadan projenin tamamını kavramak mümkün değil. Türkiye'yi dönüştürmede demode olmuş ve kendi statülerinden taviz vermek istemeyen statükocuların AB itirazları ile bu toprağın dinamiklerine, kimliğine sahip çıkmak ve varlığını meşru kılan referanslar adına konuşanları ayırmak gerekir.

Bu değerleri savunmak adına, en alt düzeyde politik kaygılardan ileriye gitmeyen gerekçelerle AB savunusu yapanların düşünmesi gereken nokta burasıdır. Son 200 yıldır pratik kaygılarla batılılaşma ve modernleşme çabalarına onay vermekten başka tavır geliştiremeyen ulema gibi sorumluluk sahiplerinin bu tarihi dönemeçte çok daha tutarlı, kapsamlı ve kuşatıcı bir duruş beklemek bu toplumun hakkıdır.


6 Ekim 2005
Perşembe
 
AKİF EMRE


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu
Online İlan

ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon
Ramazan | Arşiv | Bilişim | Dizi
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED