T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 13 ARALIK 2005 SALI
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  Hayat
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Mustafa KARAALİOĞLU

Son günlerin gündeminin anlamı!

Son haftaların gündemi toplumda, kanaat önderlerinde, siyaset elitlerinde vs. nasıl bir his uyandırıyor acaba? Tek cevabı yok, çünkü herşey olaylara nasıl bakıldığıyla ilgili. Ülkenin bir felakete sürüklenmekte olduğunu da, işlerin yolunda hatta mükemmel olduğunu da söylemek mümkün.

Nasıl bakıldığına bağlı...

Bugün, rejim tehlikesi, ülkenin felakete sürüklendiği iddiası üzerinden siyaset yapanlar sözgelimi iki yıl önce de aynı şeyleri söylemekteydiler. Bir tartışma daha başlangıçta "vatan elden gidiyor" cümlesiyle başlıyorsa, ortada sorunlu bir durum vardır ve gerçekte "giden" başka bir şeydir. Türkiye'nin yakın geçmişi bu ilişkiyi doğrulayan sayısız örnekle doludur.

Bugünlerde olup bitenleri de aynı ilişkiyle açıklamak gerekiyor.

Yalnız, bu kez gerilim ve panik duygusunu üretenlerle böyle düşünmeyenler arasındaki ilişki farklılaştı. Eskiden aynı safta kolaylıkla buluşan unsurlar bu kez birbirlerine uzaktan bakıyorlar. Farklı gerekçelerle işlerin iyi gitmediğini düşünenler var ama bu kesimin büyük çoğunluğu panik içinde ülkenin bir felakete sürüklendiğini düşünmüyor.

Sözgelimi, bütün muhalifler bir içki yasağı uygulaması başlatıldığına inanmıyor. Toplumun bir yaşam tarzı dayatmasıyla karşı karşıya bulunduğu varsayımıyla hareket etmiyor.

Ya da Başbakan'ın içinde din geçen cümlelerinden rejim endişesi algılamıyor.

Önceden yaşanan pratik şuydu: Böylesine semboller ard arda sıralandığında bazı zinde unsurlar, tanıdık yüzlere "daha ne duruyoruz" der gibi bakar ve böylelikle bir şekilde hareket başlardı.

Şimdi ise, böyle bir göz işareti yeterli olmadı.

Türkiye'nin yaşadığı gerçek dönüşüm de bu olsa gerek. Düğmeye basmak veya adresi belli kampanyalar başlatmak eskisi gibi anlamlı ve sonucu garanti işler olmaktan çıktı. Laik cephede duyarlılıklar azaldığı için değil, artık daha çok insan olup bitenlere "nereden baktığına bağlı" diyebildiği için...

Manzaradan anlaşılan besbelli ki, bu kez rejim endişesinin arkasına gizlenen hedef, erken seçimi zorlamak, mevcut parlamentoya cumhurbaşkanı seçtirmemek ve seçim bir şekilde ertelenirse de siyasetteki yapıyı mümkün olan en çok parçaya ayırabilmek. Kim bu açık hesabı unutarak kampanyaların büyüsüne kapılır!..

Güç ve paylaşım hesapları bu yüzden daha kolay sezilebiliyor ve toplum belirli bir kesimin çıkarlarını savunmayı kendi sorunu olarak görmüyor. Çıkarlar farklılaştı, beklentiler çeşitlendi, hedefler ayrıştı...

Yeni dönemin bu en bariz özelliğini okuyamayan medya ve siyaset, muhalefet üretmekte de, nabız tutmakta da başarılı olamayacaktır.

İktidar da yeni dönemin şartlarında kendisini seleflerinin eski reflekslerinden arındırabilirse, vaadettiği değişimi bihakkın tahakkuk ettirmiş olacaktır. Yani savunmacı, özür dileyici tavrın tuzağına düşmeden, panik yapmadan süreci atlatabilirse...


Barzani'yle görüşme

Söz konusu olan Irak gibi işgal altında olan ve işgalcinin bile kontrol etmekte zorlandığı bir ülke ise, politikaların esnek olması gerekir. Ama asıl soru, Türkiye'nin K. Irak'a ilgisinin her durumda PKK bağlantılı olmak zorunluluğudur. MİT Müsteşarı Emre Taner'in KDP lideri ve Bölgesel Kürdistan Hükümet Başkanı Mesut Barzani'yle görüşmesi bu bağlama oturuyor.

İster MİT Müsteşarı ister de başka bir görevli olsun, böyle bir temasın isabetli olduğunu söylemek gerekiyor. Çünkü devir efelenmek devri değil: özellikle de PKK sorunuyla yeniden yüzleşmek üzere olan bir ülke için hiç değil.. Zaten, Taner'in de hem Barzani, hem de bölgedeki Kürt unsurlarla daha önce birçok kez görüştüğü biliniyor.

Görüşmeyle ilgili bazı ayrıntılar medyaya yansıdı ama ne kadarı doğru belirsiz!.

Öncelikle... Böyle bir görüşmenin tek başına MİT Müsteşarı'nın kararıyla sınırlı olması mümkün değil. İster "devlet" ister de "MGK" kararı diyelim, böyle bir güçlü arka plan olmalı. Var da..

Türkiye, Barzani'den PKK'yı vurması gibi imkansız bir şey de istemiyor. Zaten, bu talep ABD'ye de iletilmiş ve sonuçsuz kalmıştı. Barzani, sınırımızı kuşatan bölgenin sorumlusu hatta üniformalı askeri gücünün lideri... Talabani, Ankara için bu kadar anlam ifade etmiyor. Bu yüzden Taner'in de görüşme trafiğinde bulunmuyor.

Barzani'den ne istenebilir? Basit... Bölgede sayıları 4 bine ulaştığı bilinen PKK'lı teröristlerin hareket alanını daraltmak. Böylelikle sınırdaki güvenliği kontrol altına alabilmek. İçinde silahlı müdahale önerisi bulunmayan işbirliği (burası önemli) çağrısına Barzani de sıcak bakıyor. Çünkü, Türkiye'nin dostluğuna ve yakınlığına ihtiyaç duyuyor. Son yıllarda Ankara'yla arasında giderek gerginleşen ilişkileri onarmak istiyor. Bunu, "neden müteahhitleriniz burada iş yapmıyor?" diye sitem edecek kadar istiyor.

Ama, PKK'ya silahlı müdahale seçenek dışı. Zaten, onun da aklına "Benden silahlı girişim bekleyemezsiniz. Sizin sınırlarınız içinde de çok sayıda PKK'lı bulunuyor" bilgisi geliyor.

Barzani'yle masaya böyle bir gündemle oturmak, Türkiye'nin elini güçlendirir ve bazı politikalar için kaybettiği zamanın en azından telafisini mümkün kılar.

Peki, Barzani PKK terörünü bitirmek için görüşülecek tek kişi mi? Herhalde değil... Türkiye'nin bu soruya da kapsamlı bir cevap bulması gerekiyor.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi