AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Gelenek, öncü kuşak ve "dil" var kılınmadan aslâ! Ya da... (1)

...Barikat Zindanları'nı aşarak yeniden Hakîkat Sarayı inşası için yola koyulma iradesi gösteremediğimiz sürece vahyin sadece insana değil bütün mahlûkata hayat bahşeden soluğunu bırakınız bütün dünyaya ulaştırabilmeyi, kendi dünyamızı bile vahyin o "sönmez, pörsümez ve eskimez yeni" ışığında yeniden kurmakta zorlanacağımızı aslâ unutmayalım!

İsmet Özel dolayımında yazmaya başladığım yazıları artık burada kesiyorum. Bu yazılar dolayısıyla yapmaya çalıştığım şey, İsmet Özel gibi sırat-ı müstakîm üzere olduğundan aslâ şüphe duyamayacağım/ız ve bizim hakîkate doğru çıktığımız yoldaki işâretlere dâir esaslı ve sarsıcı şeyler söyleyen harikulâde bir "kafa"yı, bir düşünürü mutlaka anlama çabası göstermemizin müslüman olmamızın bize yüklediği bir yükümlülük olduğunu vuzuha kavuşturma kaygısıydı.

Bu yazılara genelde üç tür tepki geldi: Tepkilerin yaklaşık üçte ikisi, yapmaya çalıştığım şeyi takdîr ve tebrik eden türden tepkiler. Geri kalan tepkilerin bir kısmı "İsmet Özel fanatikleri"nden, diğer kısmı ise "anti-İsmet Özel fanatikleri"nden gelen tepkilerden oluşuyor. Bu son iki tür tepkiyi verenlerin -özellikle İsmet Özel kanadında olanlarından- bazıları İsmet Özel'e de zarar verecek tarzda olduğu için bunları burada yayımlamaktan hayâ ediyorum. Çok iğrenç şeyler var çünkü. Ama karşı tarafta yer alan tepkiler de kabîle mantığını yansıtan reaksiyonlar olduğu için onları da insafa, vicdana ve "kabîle mantığı"nı derhal terketmeye davet ediyorum.

Esaslı, köklü, muhkem ve çok yönlü bir gelenek oluşturulamadığı için bu ülkede insanlar, bazı insanları, klikleri, gettoları barikatlara, barikatları da zindanlara dönüştürme marazîliği göstermekten kurtulamıyorlar. Ben bu kabîle mantığının bu kadar zıvanadan çıkacak boyutlar kazandığını bu yazılarla öğrendim. Çok ürkütücü ve tüketici bir şey bu.

Oysa Allahu Azimüşşan'ın mümin'e teklif ettiği ilk muhkem mükellefiyet, "Lâ ilâhe illallah" ilkesinin aynı anda hem Öznesi, hem de Nesnesi olması yükümlülüğüdür. Allah'tan başka hiç kimsenin tanrılaştırılamayacağı kime söyleniyor? Elbette ki, kendisine doğrudan hitap edilen insana.

Peki, bu ne demektir hiç düşündük mü? Her şeyden önce, bu emr-i ilâhî, insanın önce kendisini; sonra da insana verilen kabiliyetleri ve zaafları kullanarak kendisi dışındaki başka şeyleri aslâ putlaştırmaması, dolayısıyla kendisini kendisine ve nefsinin ayartıcı isteklerine ve itkilerine köle kılmaması demektir elbette ki.

O yüzdendir ki, İslâm'ın müslim kişiden istediği ilk ve son şey, her ne sûretle, hangi hâl ve şart altında olursa olsun Allah'ın iradesine teslim olmasıdır. Bu teslimiyetin tahakkuk edebilmesi için, mümin olan kişinin hakîkate şeksiz-şüphesiz teslim olabilme irâdesine sahip olduğunu idrâk edebilmesi şarttır.

Teslimiyet iradesini inşa edilebilmenin yolunu hem Kutlu Kitabımız, hem de Fahr-i Kâinât Efendimiz son derece sarih bir şekilde bildiriyor bize: Nefislerimizi, hevâ ve heveslerimizi putlaştırmanın insanı sarsıcı bir ontolojik güvensizlik hâlinin ve "atalet zindanı"nın eşiğine sürükleyeceği açıkça beyan ediliyor Kitabımızda. Peygamber Efendimiz ise Allah'tan başka hiçbir şeyi Rab edinmemenin yolunu, büyük cihadı, yani müminin nefsiyle mücahede ve mücadelesini, terbiye ve tezkiyesini emrederek gösteriyor bize.

O hâlde, her hâl ve şartta, mümin oluşumuzun farkına ve idrâkine varışımızın olmazsa olmaz şartı, nefsimizi (Öznelik durumunun tezahürlerini) ve nefsimizin bizi sürüklediği heva ve heveslerimizi (Nesnelik durumunun tezâhürlerini) putlaştırıp putlaştırmadığımız meselesidir.

Nefsimizi, hevâ ve heveslerimizi putlaştırmaya başladığımız andan itibaren özgürlüğümüzü yitireceğimizi; nefsimizin, heva ve heveslerimizin ürünü olan her şeyin putperesti / esiri ve kölesi olacağımızı ve mümin olma ruhunu, heyecanını, aşkını, coşkusunu, şevkini, sevgisini, ateşini yitireceğimizi, körelteceğimizi aslâ unutmamamız gerekiyor.

Mümin olma şuuru ve bu ŞUURun bize yüklediği ŞİARlar; bizim dışımızda ve bizden önce bu şiarları müminlerin ve dolayısıyla insanlığın MEŞAİR(ler)i katına yükseltmeye çalışan hakîkat öncüleriyle, hakîkat sarayının inşasına katkıda bulunan hakîkat gelenekleriyle "sohbet edebilme", bu muhkem geleneklere sahiplenebilme, onlarla dost (ashâb) olabilme, bu gelenekleri kendimize çağdaş kılabilme ve dolayısıyla çıktığımız yolculuğu bu geleneklere ulayarak / raptederek, bizi hakîkat sarayına ulaştıracak koridorlar açabilme özgüvenine, idrakine ve iradesine her dâim muhkem bir şekilde sahip olmamızı zorunlu kılıyor. Kişilerin, kliklerin, hiziplerin merkeze alınması, bizim yolumuzu, nefesimizi tıkıyor ve kişiler, klikler, hizipler bizim için tam anlamıyla barîkatlere ve dolayısıyla zindanlara dönüşüyor. Oysa yapılması gereken şey, kişileri, klikleri, hizipleri merkeze yerleştirmek değil, hakîkat yolculuğumuzun müstesnâ konakları olarak görebilmektir.

O yüzden derhal, hemen ve şimdi yapılması gereken en esaslı şey, hakîkat yolunun konakları olabilecek muhkem ve muhteşem gelenekler icat edebilmek ve bu gelenekleri hakîkat sarayına ulayabilmek, irtibatlayabilmek, raptedebilmektir.

Bu nedenle söylemeye çalıştığımız, yapıp ettiğimiz şeylerle, hakîkat ateşinden ve ışığından beslenen esaslı bir geleneğin kurucusu veya sürdürücüsü olup olamadığımız en temel meselemiz olmalıdır. O yüzden, ASLOLAN BİR GELENEK OLUŞTURABİLMEKTİR, diyorum. Bu da esaslı, kuşatıcı, çığır açıcı, ufuk ve umut vadedici bir medeniyet tasavvuru üzerinde kafa yormakla imkân dahiline girebilir ancak. Medeniyet tasavvuru ise, ancak pergel metaforunu işleterek, hem dahilî teması, hem de haricî teması eşzamanlı bir şekilde gerçekleştirecek "icat" (=Kitap), inşa (=Mîzân) ve imar (=Hadîd) ameliyeleriyle geliştirilebilir: Bu ameliyelerden vahyi eksene alan esaslı ve çok yönlü bir gelenek kurulabilmesi ve bu kurulacak geleneğin diğer hakîkat gelenekleriyle irtibatının muhkem bir şekilde tesis edilebilmesi için, ilim-düşünce (="İcat"), kültür-sanat (=İnşâ) "siyaset" (=İmar / Umran) dili, söylemi ve birikimi oluşturulması şarttır.

Böyle bir geleneğin (medeniyet tasavvurunun) oluşturulabilmesi için, hem dahilî teması mümkün kılacak medeniyet dilimiz olan Arapça'yı; hem de hâricî temâsı mümkün kılacak Frenkçe'yi (İngilizce'yi) hem çok iyi bilmek ve kullanabilmek; hem de buradan vahyi eksene alan yeni bir medeniyet dili icat, inşâ ve imâr etme çabasına soyunmak kaçınılmazdır.

Bu iş, elbette ki, çok zor bir iştir. Ama aslolan Allah'ın bizi şaşırtmamasıdır; yani bizi nefsimize, heva ve heveslerimize köle kılmaktan kurtaracak, dolayısıyla pergelimizi şaşırmamızı özleyecek, sadece müslümanların değil, bütün insanlığın sorunlarını sorunlarımız belleyerek yola koyulacak bir tevazuya, özgüvene, idrâke ve iradeye sahip olabilmektir.

Bu meseleye Çarşamba günü de devam ediyoruz...


29 Eylül 2003
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED