|
|
"Şebeke"nin cemaziyelevveli üzerine
"Sabataizm göz ardı edilerek Cumhuriyet Türkiyesinin tarihi yazılamaz" demiştik. Sabataizm, üç bin yıllık Yahudi sorununun bu topraklardaki üç yüz yıllık uzantısı. Fakat bu toprakların kaderini belirleyici rol üstlenmesi yüz yıllık bir geçmişe dayanıyor. Son yüzyılda bu topraklarda olup bitenlerin takip ettiği seyre bakarak Sabataizmin hedeflerini okuyabilirsiniz. Bu köşenin takipçileri "reconquista" kavramını hatırlayacaklardır. İspanyolca olan bu kavram, Müslüman Endülüs'ün Katolik dünyasınca "istirdadını", yani "geri alımını" ifade ediyordu. 400 yıl süren Endülüs reconquista süreci 1492'de Müslüman direnişinin son kalesi Gırnata'nın düşüşüyle tamamlanmıştı. Bu tarihte İslam medeniyetinin dünya tarihindeki göz kamaştırıcı bir halkası olan Endülüs İslam Devleti tarihe gömülmüş oldu. Endülüs, Batı'nın rönesansına birinci elden kaynaklık etmişti. Batılılar Endülüs'ü yok etmekle, felsefi ve entelektüel babalarını yok etmişlerdi. Görüyorsunuz "oedipus kompleksi" sadece Shakespeare'in oyununda duran bir şey değil, batının kanında olan bir şey… Su bir paradoks. Fakat, İslam medeniyetinin incisi Endülüs'le ilgili tek paradoks bu değil. Bir başka paradoks daha var ki, o da Endülüs İslam Devletinde huzur ve sükun içinde yaşamış olan Yahudi unsurların, Endülüs reconquistası sürecinde kendilerine de yönelen Hıristiyan şiddetinden kaçarak sığındıkları Osmanlı'ya yapmış oldukları tarihi ihanettir. Zavallı Sultan Abdulhamid, tahtından haksızca alaşağı edildiğine yanacağı yerde, hal edildiğini tebliğ eden heyette bulunan Emanuel Karasso'nun orada oluşuna hayıflanacaktı. Sonrasını biliyorsunuz. Bilmiyorsanız da, sizleri bizzarure (!) biliyor kabul etmek zorunda olduğumuzu biliyorsunuz. Sonrası, 'Filozof' Rıza Tevfik'in mazlum Sultan'ın ruhundan özür dilediği manzumesindeki o harika tesbitiyle "saçak öpmeyenlerin secde ettikleri" bir dönem… Bu dönemin en belirgin özelliği "kaht-ı rical" dönemi olması. Bırakınız niteliklisini, adamın niteliksizinin dahi matah olduğu bir "adam kıtlığı" dönemi bu… Önce Trablusgarb, ardından Balkanlar, Ardından I. Cihan Harbi ve destânî Çanakkale direnişi, ardından Kafkas cephesi ve en son Türk-Yunan kapışması… Yani dolu dolu 10 yıl savaş; hiç durmadan, dinlenmeden… Savaşan kim? Ecnebi (Alman) askeri öğretmenler tarafından aklı iğfal imanı imha edilmiş tuzu kuru subaylar elinde göz göre göre ölüme sürülen yoksul ama inançlı Anadolu çocukları. Şu rakamlara bakınız: Yaklaşık 30 milyon olan bu dönemdeki Osmanlı nüfusu içerisinde (bu nüfusa azınlıklar da dahil) askere alınanların sayısı 2.850.000. Yalnız Çanakkale'de 55.000 kayıp ve 250.000 esir ve yaralı. 10 yıl savaş sonunda üç milyona yakın bu ordudan evine dönenlerin sayısı yaklaşık 300.000 civarındadır. Bu yüzde 10 eder. Ya yüzde 90'ı? Savaşlarda (buna hastalık ve yol da dahil) ölenlerin sayısı 500.000. Buna yine 500.000 kadar sakatı da ekleyin. Hasta, kayıp, kaçak ve esir toplamı ise 1.565.000. Böyle bir ülkede adam mı kalır? İşte bu boşlukta, kaşla göz arasında yapılan "mübadele", bir bakıma Anadolu'da 'yeni' kurulan yönetim için 'yönetici sınıf ithali' anlamına geliyordu. Verilen, Anadolu'nun binlerce yıllık sakini olan yerli 'rumlar' idi. Peki onun yerine 'alınanlar' kimlerdi? Daha ilginci bunları kim ya da kimler tesbit etmişti? Bu tesbitte nasıl bir kıstas uygulanmıştı? Pazarlıklarda getirilenler karşılığında ekstra bir şey verilmiş miydi? Mübadele'nin iç yüzüne ve bu sırada dönen dolaplara ilişkin kim, neyi, ne kadar biliyor? Hoş, bilenler konuşamadıktan ve bilinenler konuşulamadıktan sonra bilsen neye yarar? Batı Trakya'daki Türk azınlık Yunan'ın insafına terk edilirken getirilenlerin ekserisi Selanik'in "dönmeleri" idi. Onlar getirildiler, boşalmış Anadolu ve İstanbul'un en mutena bölgelerine yerleştirildiler. Gelenler, Anadolu'nun cahil bıraktırılmış halkı gibi değildi. İyi yetişmiştiler. Bir çoğu birkaç dil biliyordu. Tahsilliydiler, torpilliydiler… Her biri en mutena köşelere yerleştirildi. Kurulmakta olan 'yeni' devletin himayesi altında dağdan gelenin bağdakini kovduğu bir durum meydana geldi. Kritik mevkiler bir bir 'mübadele'nin şanslı mensuplarına teslim edildi. Bir kısmı basın dünyasında, bir kısmı ekonomi dünyasında konuşlandı. Bunlar önceden buralarda olan yandaşlarınca desteklendi, kollandı ve himaye edildi. "Yerli" unsur 10 yıl süren savaşta yem olarak kullanıla kullanıla bitirilmişti. Geriye kalan yerliler içerisinden yönetime talip olanlar ya da pastadan pay isteyenler de peyderpey tasfiye edildi. Savaştan sonraki bir 10 yıllık tasfiye sürecinin ardından ortalık 'temiz', hatta 'tertemiz' olmuştu. İşte bugün bu ülkenin elinde inlediği "şebeke"nin tohumları daha o yıllarda ekildi. 'Yerli' unsurlara, bu şebekeye koltuk değnekliği ya da yağdanlık yapmak dışında seçenek bırakılmadı. Bunu yapmayanlar ise bazen sopa/silah zoruyla, bazen de havuç siyasetiyle elimine edildi. Ne diyordu o kadim şarkının sözleri: "İşte bizim hikayemiz / Böyle saf, böyle temiz"
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |