|
|
Zaman zaman içinde…
21.Yüzyıl'ı, 20. Yüzyıl'ın son çeyreği hazırladı. Globallik… Birey, bireysellik, sorumluluk, etik kavramlarını kökünden etkileyen bilgi ve teknoloji çağı… Ulus-devletten sanata, uluslararası ilişkilerden sermaye hareketlerine, toplumsal taleplerden enformasyona kadar merkezi anlayış ve referansları altüst eden post-modern bir oluşum… Bunlar 2000'li yılların en azından ilk çeyreğini tanımlayacak kavramlar… Gücünü geçmişten almayan, yarın adına bugünü feda etmeyen, geleceği bugün içinde kuran bir anlayış çağının başlangıcını simgeleyen kavramlar… Ne var ki, bizler için ucundan kıyısından solumaya başladığımız 21. Yüzyıl hala gelecek demek. Burası, hala üç farklı "tarih" zamanını bir arada yaşayan bir diyar. İnsanın ruhunu kurtarmaya yönelen "modernlik öncesi düşünce" bu topraklarda hala çok güçlü. İnsan neslini kurtarma adına ilerleme, yani gelecek fikri üzerine oturan, ilan ettiği seferberliğe, tarih yürüyüşüne herkesin takılmasını zorunlu kılan, en önemlisi geleceği kurmak için bugünü feda etmeyi tabulaştıran "modernite zihniyeti" bu ülkenin ideolojik genlerini oluşturmaya, sorunlarını yönlendirmeye alabildiğine devam ediyor. Ama bunlar yanında "katıksız zamanı", modernlik sonrasının "ertelenmemiş şimdiki an"ını da yaşıyoruz. Modern çağın inkarı ettiği kültüreden değerlere, devletlerden fikirlere "ölümlülüğü" artık kabul ediyor, taşıyor ve sıradanlaştırıyoruz. Geleceği değil, şu anı talep talep ediyoruz. Daha da öte, evde, sokakta, televizyonda, fikirde, aşkta "şimdiki zamanın çoğulcuğu"nu tüketiyoruz. Kültürel talepler, kimlikler, inançlar şimdiki zamanın özgürlük ve yaratıcılık arzuları olarak karşımızda. Keşke yaşadığımız, en azından, bu farklı zamanların çoğulculuğu olsaydı… Oysa tüm iç içe girmişliklerine rağmen onların kavgasını soluyoruz… Ekonomik krizden devlet bunalımına, zihniyet tıkanıklığından siyasi şizofreniye hemen her yerde, ülkenin hem kendisi ile hem çağ ile buluşmasını engelleyen bu kavganın ardında ne yatıyor? Kural ile çıkar, fayda ile değer arasında orta noktayı bulamamak, çıkar ve faydayı ilkeye göre yeniden tanımlayamamak neden? Kim suçlu? Kamu bankaları mı? Her on yılda bir günah çocuğu ilan edilerek bir darbe yiyen ama nedense hiç yenilenmeyen siyasetçi sınıfı mı? Peki onların arkasında ne var? Onları böyle kılan ne? "Şarklılık" mı? "Atarerkil bir kültür" mü? Neden ataerkiliz biz? Neden her düzeyde idare ve siyasetten kendi özel alanımızı büyütmeyi anlıyor, bunu yapabilmek için ait olduğumuz toplumsal ve ekonomik çevrenin yaşam alanını kuralsızca, keyfice genişletmeyi şiar ediniyoruz? Neden bu ülkede birey haklarından, hukuktan sadece mağdurlar söz eder? Egemenler, burjuvalar şikayet ede ede hep merkezci, devletçi olurlar? Peki birey hakkından sözeden mağdurlar nasıl olur da hep bireysiz bir kamu düzeni söylemini yüceltirler, karşıtları ise farklılaşmayı reddeden insansız bir çağdaşlık söylemi tuturlar? Farkında mısınız onlar birbirlerine ne kadar benzerler? Modernlikte bile, bu anlayışın iki temel unsurundan birini, merkezileşmeyi benimseyen, diğerini, bireyi ve farklılaşmayı yok sayan bir ideolojik yırtılmanın çoçukları değil miyiz, biz? Soyuttan nefret eden somutçu, reçeteci zihinlerimize egemen olan garip bir köken mitolojisinin, türlü köktenciliklerin temelinde biraz da bu yatmaz mı? Biz; dünyaya ve kendi varoluşuna meydan okuyan çeşitli çetelerden, "65 milyonluk bir çete" olmayalım, sakın! Eğer öyleyse bilin ki; şimdiki zaman ve şimdiki zamanın ruhu bu çeteye dize getirmek üzeredir. Çete ya hizaya gelip kendi eliyle yeni bir düzen kuracaktır ya da dağılıp gidecektir. Karar bizde, hepimizde…
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |