![]() |
![]() |
![]() |
![]()
|
![]() |
![]() |
|
![]() |
![]() Ekranlarda çok sık gördüğümüz bir şair. Yazdıklarını sevmedim; Ümit Yaşar, Turhan Oğuzbaş, Şemsi Belli kıvamında şiirler, onların disipline edilmiş hali daha çok... Yazılar da yazıyor. Tarihe çok meraklı. Günlük bir gazetede yayımlanan bir "araştırma" yazısında, Orhan Veli'nin nasıl ifrit bir din karşıtı olduğunu anlatıyordu. Orhan Veli en "öngörülü" şairimiz aynı zamanda. Çünkü, irtica tehlikesine, taa 1950'lerde dikkat çekmiş. Sivas'ta, 33 aydının yakılarak öldürüleceğini bile tahmin etmiş. Türkçe ezan uygulamasına son verilmesini ise içine sindirememiş. Şairimiz de, düşünsel selefi Mümtaz Soysal gibi, bütün kötülüklerin başladığı tarih olarak 1950'yi gösteriyor. 1950'de "bürokrat istibdadı"na son verilmiş, "düşünce ve inanç özgürlüğü" konusunda ileri adımlar atılmış, ne gam. 1950'de iktidar olan parti elbette sütten çıkma ak kaşık değildi, sahih bir demokratikleşme programıyla da gelmiyordu; ama millî şef diktatörlüğünden bîzar olmuş halka, azıcık da olsa nefes aldırmış, yeniden özgüvenini kazandırmıştı. Anlaşılan, arkadaşımız, 1950 öncesini, "düşünce ve inanç hürriyeti" açısından ideal buluyor. Öyle mi acaba? Bakalım: "Dünyaca malum olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatan ana hatlardır. Fakat bu prensipleri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz." Tek parti döneminde "din"e bakışı özetleyen bu satırların altında, ne tesadüftür ki, millî şefin imzası var. Millî şef, "gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla" ülke idare edilemeyeceğini söylüyordu, ama, devletin prensipleri olarak hayata geçirilen "altı ok"un süreç içinde dogmalaşıp "kutsal" birer umdeye dönüşmesine de itiraz etmiyordu. Şair de buna itiraz etmiyor. Tek parti döneminde "din" yalnızca kamusal alanda değil, özel mülkiyet alanlarında da "belirleyici" olmaktan çıkarılmıştı. Millî şefe göre "din yok, milliyet var"dı. Grace Ellison, "Din laikleştirilerek milliyetçiliğe dönüştürüldü" diyordu, "Misak-ı Millî Kur'an-ı Kerim'den daha kutsal sayıldı. Yakup Kadri gibi yazarlar Mustafa Kemal'i İsa peygambere benzetmeye başladılar." Dini milliyetçiliğe dönüştürme çabalarının bir sonucu da, ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi ve ezanın Türkçe okunmasıydı. Bununla birlikte, bazı cami ve mescidlerin faaliyetten men edilmesi... "Cami ve mescidler usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade etmek üzere kapatılır" şeklindeki yasadan önce, İstanbul'daki bazı cami ve mescidler kapatılmış, "kendisinden başkaca istifade edilecek" birer yapıya dönüştürülmüşlerdi. Yani, camiler, Cumhuriyet gazetesine göre, "Biz Türkler mimaride böyle ileri gitmişiz, tarihte böyle büyük eserler yapmışız, başka milletlerden bu bakımdan daha da ilerideyiz" deme imkanı vermiyorsa, kapatılmalıydı. Kur'an ise, "yalnızca" Türkçe okunabilirdi. Ferit Celal'e sorarsanız, Kur'an olmasa da olurdu; çünkü "Türk milleti için Nutuk hayatın, neşenin, medeniyetin Kur'an'ıdır..." Bütün kötülüklerin başladığı tarih olarak 1950'yi gösteren şair, neden araştırmalarını "61 Konvansiyonu"na doğru derinleştirmiyor? Derinleştirse, irticayı geriletenlerin 1961'de yaptıkları anayasayla siyaset üzerindeki "militer" görünürlüğü nasıl kurumsallaştırdıklarını görecek ve belki de utanacak. Mümtaz Soysal buna "takviyeli demokrasi" diyordu. İdris Küçükömer ise, "korporatizm..." Şairin yıllardır "demokrasi" sandığı şey, sakın korporatizm olmasın!
|
![]() |
|
![]() |
![]() |
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |