T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Türk medyası "mahremiyet"i keşfediyor!

Türk Tabibler Birliği Başkanı Dr. Füsun Sayek'in Başbakan'ın sağlık sorunları hakkında yapılan yorumla ilgili değerlendirmesinden başlayalım. Sayek, ilk olarak, Ecevit'in hastalığı hakkında dışarıdan açıklama yapan hekimleri eleştiriyor ve bu hekimler hakkında bağlı bulundukları tabip odaları tarafından soruşturma açılabileceğini belirtiyor. Sayek'in bu açıklaması tabii ki yerinde bir eleştiridir. Bir hekimin, bazı gazetelerin el yazılarından hareketle okurlarına hastalık teşhisi koyması gibi, televizyon ekranında karşılaştığı Başbakan'ın sağlığı hakkında ileri geri konuşması tabii ki kabul edilemez.

Dr. Sayek'in açıklamasında yer alan ikinci husus ise, ne yazık ki birincisi gibi sağlam bir temele oturmamış. Sayek'in tartışma götürür bu tesbiti de şöyle: "Hasta olarak kendisi veya onun onayı ile hekimleri bilgi verebilir. Bunun dışında hiçbir hekim Ecevit'in hastalığı hakkında bilgi veremez. Bu hekimlik kurallarına aykırıdır." Türk Tabibler Birliği Başkanı bu görüşünü temellendirmek için bir de örnek veriyor: Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand'ın ölümünün ardından bir hekimin Cumhurbaşkanı'nın ikinci dönem göreve başlamadan önce prostat kanseri olduğunu bildiğini açıklaması, Fransa'da "kıyamet" koparmıştır.

Sayek'in "hekimlik kuralları" çerçevesinde yaptığı bu ikinci yorum, söylediğim gibi, hiç mi hiç ikna edici değil. Mitterrand örneğinden başlayalım: Mitterrand da, halef ve selefleri gibi, sağlığına ilişkin bilgileri bir "sır" gibi saklamıyordu. Mitterrand'ın ölümünden sonra ailesi ile hekimini karşı karşıya getiren tartışma ise özünde, bir ikinci 7 yıl için daha seçime girecek olan Cumhurbaşkanı'nın o sıralar hastalığını (prostat kanseri) gizleyip gizlemediğine ilişkin bir tartışmaydı. Ve bana göre de 7 yıl için göreve talip bir cumhurbaşkanı adayının ağır bir hastalığını bilerek kamuoyundan gizlemesi söz konusuysa, bu konu pekâla tartışılabilirdi. Hekimlik mesleğinin bir gereği olarak bir hastalığın ne olursa olsun ancak hekim ve hasta arasında kalması, bu konuda en ufak bir bilginin dışarı sızmaması muhakkaksa da, eğer söz konusu "hasta" bir ülkede cumhurbaşkanlığı ya da başbakanlık gibi çok önemli ve sorumlu makamlara adaysa, artık bu alanda bir "sır"dan söz edemeyiz. Hastalıklarının sadece kendisi, çok yakın çevresi ve de hekimleri tarafından bilinmesinde ısrar eden birisi, herşeyden önce söz konusu makamları aklından geçirmemelidir. Çünkü artık hekimlik etiğini de kuşatan daha geniş bir "etik" daireye girilmiştir. Bu dünyada kimsenin zorla başbakan olarak tutulması diye bir kural yok. Sağlık sorunlarının altından -haklı olarak- yakınları ve hekimleriyle birlikte kalkmak isteyen birisinin önünde bulunan en iyi seçim, başbakanlık gibi hemen herşeyiyle "gözler önünde" olmayı gerektiren bir görevden bir an önce uzaklaşmak değil midir? Yoksa ne olur? Ne olacak; aynen Sayek'in tarif ettiği gibi, Başbakan'ın kendisi gibi hekimleri de bilgi vermez ve ülke -Deniz Baykal'ın çok yerinde olarak hatırlattığı gibi- "Ayak divanı" ile yönetilmeye başlar.

Geçen gün değindim; bu "sır" ve "sırdaş" meselesinde maşaallah gazetecilerimiz de pek başarılı. Hasan Cemal'den naklen dinlediğimiz Başbakan'ın "parmağıyla kitap imzalamaya çalışması" hikayesinin baş kahramanı Can Dündar bu "sırdaşlık" hakkında geçen gün yayımlanan "Niye yazmadık?" başlıklı yazısında bakın ne diyordu: "Niye? (...) Bu zor soruya benim basit bir cevabım var: 'Çünkü insanız!" Bize okulda ve meslek içinde öğretilen gazetecilik kuralları, kamunun haber alma hakkını her şeyin üstünde tutmamızı tembihlese de o 'her şey'in içine, habere konu olanların mahremiyetlerini ve zaaflarını sokamayacak kadar insanız. 'Konu', başbakan bile olsa..."

Hiç olur mu öyle şey! Hürriyet'ten Serdar Turgut'un cevaben kaleme aldığı yazıda çok güzel belirttiği gibi, hiç olur mu öyle şey? Bir gazetecinin parmağıyla kitap imzalamaya çalışan bir başbakan ile (hem de kendi ülkesinin başbakanı!) karşılaşınca, aklına "mahremiyet" ya da "zaaflar" gibi "çünkü insanız" temaları mı gelir, yoksa "Ey millet duyduk duymadık demeyin! Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan bu devletin başbakanı parmağıyla kitap imzalayacak derecede yorgun!" diye geri göğü inletmesi mi?

Yine Dündar: "Bizim görevimiz, duygu, düşünce ve inançlarımızdan külliyen azade olup 'her ne olursa ve ne pahasına olursa olsun' haberi, 'bilme hakkı'na sahip olan 'kamu'ya iletmek midir? Yoksa her haberci, her gün, önüne gelen her haberde, mesleğiyle kişiliğinin o kavgalı değirmeninde yeniden öğütülerek mi pişecektir?"

"Medya etiği"ne ilişkin "hoş" gibi duran, ama -Dündar kırılmasın- "boş" sözler... Habercilerin hangi "değirmen"de "yeniden öğütülerek" mi, yoksa öğütülmeden mi "pişmesi" gerektiğini bilemem; ama parmağıyla kitap imzalamaya çalışan bir başbakan ile yönetildiğini "bilip" de, bu bilgiyi "kamu"dan sakayabilen gazetecilerin haddinden fazla "pişkin" olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim!


17 Haziran 2002
Pazartesi
 
KÜRŞAD BUMİN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED