|
|
Evet ana, "bizim Kâbil"!..
Cemil Meriç, Tanzimat sonrası Batıcı aydının Batı karşısındaki aşağılık kompleksini tanımlarken "Efendisinin bevlini ilaç niyetine içen aptal uşak" nitelemesini kullanır. Bir başka yerde yine Batıcı aydının bu ülkedeki rolünü tanımlarken, daha ağır, ama bu 'tür' için 'cuk oturan' çarpıcı bir tesbit yapar: "Irzına geçen zorbaya âşık olan aptal kız." ABD'deki sivil hedeflere yapılan saldırılar için "Kınıyorum, ama..." diyenleri eleştirenlere bakın bir; ABD'nin başlattığı 9. Haçlı seferinin neredeyse meccani zangoçluğunu yapacaklar. Tanrılarına sunacağı kurbanın etrafında neşeyle dans eden bir pagan gibiler. Batıcılarımızın 'uygarlık tanrısı'na bir değil bin Afganistan feda olsun, çok mu? Bir zamanlar, İngiltere'de yapılmış bir anket sonucunu görmüştüm. İngiliz vatandaşına sorulan soru şu: Batmakta olan bir teknede Pablo Picasso'nun bir tablosu ve bir de insan var; ama siz sadece birini kurtarabilecek durumdasınız: hangisini kurtarırdınız? Verilen cevaplar tam da modern insanın kendine yabancılaşmış tabiatını sergiler mahiyette; yüzde doksan küsuru boğulan insanı değil, tabloyu kurtaracağı cevabını vermiş. Bir İngiliz yönetici, "Hindistan mı, Shakespeare mi?" tercihiyle baş başa bırakılınca, Koca bir Hindistan'ın bir Shakespeare etmeyeceğini söylememiş miydi? Böyle düşünen bencil bir aklın eline gücü verirseniz, bir Shakespeare için Koca bir Hindistan'ı ateşe vermekten çekinir mi? Onun tasavvuru bu: değersiz değerliye feda olsun. Tam da Darwin'in "doğal ayıklanma" tezine uygun bir davranış. Bu mantık, ABD'nin Afganlıların üzerine yağdırdığı bombaları, bir tür "doğal ayıklama" yöntemi gibi algılamamızı istiyor. Nitekim, tüm sömürgecilik tarihi boyunca Batının davranışlarını yönlendiren de, bu müstekbir ve mütekebbir aklı değil miydi? Elbet bu akıl hasta bir akıldır. Tarihte hangi uygarlık bu akla dûçâr olmuşsa, kendi elleriyle kendi sonunu getirmiştir. Ve hemen sözün burasında söyleyeyim ki; ABD için bu, sonun başlangıcıdır. Filin canını yaktığı sineklerden biri filin burnundan beynine girip yemeye başladığı zaman, fil hem kendini mahveder hem çevresini. Gizli kimliği sonradan ortaya çıkan Damat İbrahim Paşa, kötü yönetimden ve ahlaki kokuşmadan kaynaklanan iç huzursuzlukları bastırmanın yolunu, İran üzerine sefer hazırlığına girişmekte bulmuştu (1727). Şair Nedim, kafasının kıyak olduğu bir demde, ünlü "Bu şehr-i'Stanbul ki bî-mislu bahadır/ Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedadır" dizelerini döktürürken, sadrazamdan alacağı bahşişi düşünüyordu. Milletin yokluktan yakacak kömür bulamadığını, bulanların gözlerine sürme diye çektiklerini söyleyen şair Tâib'i kim dinler? Bütün bunlar ne padişahın saltanatını, ne sadrazamın kellesini kurtarmaya yetti. Dahası, Osmanlı için de sonun başlangıcı oldu. Bu ülkeyi ABD'nin kuyruğuna takıp savaşa yestehleyen Batıcılar, rejim krizinin neden olduğu ahlaksızlık, yolsuzluk ve yoksulluk içinde kıvranan bu ülkedeki saltanatlarını sürdürmenin telaşına düşmüş olabilirler. Fakat ihanet içindeki her aydın Nedim'in akıbetini hatırlamalıdır. Bunlar Nedim kadar yerli de değiller: Bahşiş için kapısına dizildikleri güç yabancı bir güçtür. Onları ilk hayal kırıklığına uğratacak olan, yalan söyleyip gaza getirdikleri efendileri olacaktır. Çünkü hiçbir yalan, ebediyen ayakta kalamaz. Bu günlerde, kimlerin kimin ekmeğini yediği birer birer ortaya çıkıyor. Anadolu insanının, aklı ekmeğine ayarlı tipler için kullandığı "kimin ekmeğini yerse onun kılıcını sallar" sözü, bir kez daha doğrulanıyor. Sağda solda birer stratejist edasıyla dolaşan bu tipler, aslında çapsız ve derinliksiz birer 'teknisyen'. Hepsi de, İslam'ın İspanya'dan kazınma projesi olan "Reconquista"nın Anadolu için planlanmış versiyonunun devşirilmiş ürünü. Tarih bilinci yok, coğrafya bilinci yok, kültür bilinci yok, medeniyet bilinci hiç yok... Varsa yoksa "şimdi" ve "burada"... "Mazi" anlamında bir dün yok, "istikbal" mahiyetinde bir yarın yok. Ebedi istikbal mi? Ona da imanı yok... Gelen ağam, giden paşam. Yarın, sadece kendi yarınından müteşekkil beyimizin. Namazı olsa, ona "ihdine's-sırata'l-müstakim (=bizi dosdoğru yola ilet!) diye dua ederken, her gün tekrar ettiğin o 'biz' kimdir?" diye sorardım. "O 'biz'in içine ABD'nin bombaları altında can veren Afganlının da girdiğini biliyor musun?" derdim. Ama o da yok... Bilmem ki bu türe nasıl anlatmalı: Kâbil'in tepesine düşen bomba İstanbul'un yüreğine düşer... Kandahar yanarsa, dumanı Erzurum'da tüter... Mezar-ı Şerif bombalanırsa Konya ağlar... Bir milletvekili dostum anlatmıştı. Körfez Savaşı sırasında, ABD ve İngiliz uçakları Bağdat'a bomba yağdırırken, dönemin bakanlarından biri şunları anlatıyor: "Benim 90 yaşına merdiven dayamış bir anam var. Televizyon sunucusunun "ABD Bağdat'a bomba yağdırdı" anonsunu duyunca, rengi attı, gözleri dolu dolu oldu, bana dönüp sordu: - "Oğlum, bu Bağdat bizim Bağdat mı?" ....? - "Oğlum, bizim Bağdat'ı mı bombalıyorlar?" "Ne diyeceğimi bilemedim, üzülmesini de istemedim, ama yalan da söyleyemedim." Anam, sana sesleniyorum; tüm analara sesleniyorum: Haçlılar "bizim Kabil'i" bombalıyorlar... "Bizim Kandahar'ı" bombalıyorlar... "Bizim Mezar-ı Şerif'i" bombalıyorlar!.. Bombacılar kendilerini gol atan "futbolcu" gibi hissediyorlarmış! Kendileri diyor bunu! Belli ki, onlara "Vur vur inlesin!" diye tempo tutan Batıcılarımız da, kendilerini "Haçlıların amigosu" gibi hissediyorlar! Yüzleri kızarmadan yapıyorlar bunu! Ana!.. Onlar senin geçmişini, geleceğini, hafızanı ve yüreğini satıyorlar!.. "Anlıyorsun, değil mi?" demiyorum; çünkü "ağlıyorsun"!..
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |