AKŞENER "PROVOKATÖRE DEĞİL, POLİSİN NEDEN PROVOKE OLDUĞUNA BAKALIM" DİYOR
Susurluk imajı polisi gerdi
Susurluk'a kadar polisin sırtı sıvazlanıyordu. Şimdi bu yok. Susurluk'un faturası tamamen onların sırtına yüklendi. Türkiye'deki tüm olumsuzlukların nedeni olarak Emniyet Teşkilatı gösterildi.
Polisin sokağa dökülmesi hepimizi paranoyaklaştırdı. Herkes "ne oluyor böyle" diyor. Siz şaşırdınız mı?
Hayır şaşırmadım. Ben öteden beri bir şeye dikkat çekiyorum. O da Susurluk hadisesinin ortaya çıkışıyla bunu çağrıştıran tüm olumsuzlukların tek bir adresi olarak Emniyet Teşkilatı'nın kabul edilmesidir. Susurluk çeşitli unsurlardan meydana gelmesine rağmen, üzerinde durulan polis oldu ve daha sonra da Türkiye'deki tüm olumsuzlukların nedeni olarak sadece Emniyet gösterildi. Tabii, her kurumda çürük elmalar vardır. Bunlar ayıklanır ama sistematik olarak kurumlar üzerinde baskı uygularsanız, bu birikir. Ayrıca, polis teşkilatının özlük hakları konusunda, ekonomik anlamda, terfi sisteminde, tayinde vesairede çok ciddi problemleri vardır. Bu konularda bir iyileştirme yapmazsanız ve buna karşılık birinin başına taş düşse bunu polisten bilirseniz olacağı budur.
Personel alımının düşük standartta yapıldığı biliniyor. Ucuz işgücü olduğu bilinerek bu meslek seçiliyor iddiaları var...
Başta, polise eğitim verilirken yapılan yanlışlar var. Buna ilk dikkat çeken Bakanlardan birisiyim. Bu yüzden hiç Polis Okulu açmadım. Çünkü, 8 aylık eğitimin polis memurluğu için yetmeyeceğini düşünüyordum. Çevik Kuvvet'in diğer Emniyet mensuplarından düşük maaş alması da sözkonusu da değil. Ama, en fazla itilip kakılan onlar olduğu için onlar patladı.
Eylemci polisler gerçekten söylenildiği gibi cahil insanlar mı?
Genç, liseyi bitiriyor sonra da sekiz aylık bir eğitimden sonra polis oluyor. Bu sürede silah kullanmayı, silahlar arasındaki deneyimi, kanunu, hukuku, halkla ilişkileri, insan hakları, bedensel becerileri öğrenecek. Tabii ki yeterli değil. Sadece Çevik Kuvvet değil, akademi eğitimi almayan bütün polisler böyledir. Sonra çalışma şartları çok ağır. Ama, Susurluk'a kadar bu insanların sırtı sıvazlanıyordu. "Allah razı olsun" deniyordu. Şimdi bu da yok. Susurluk'un faturası tamamen polisin sırtına yüklendi. Onlar da haklı olarak "Bu ağır şartlarda görev yapıyorum. Ama, vatandaş bana bütün olumsuzlukların nedeniymişim gibi bakıyor" diye düşünüyor. 200-300 milyon maaş alıp, 12 milyar dolarlık banka hortumlanmasını seyreden; üç vesaitle evine gidip, ertesi gün çocuğuna okul parasını nasıl vereceğini düşünen polis, bir de günah keçisi ilan edilmişse doğal olarak patlar.
Bazıları yürüyüşleri Yeniçeri ayaklanması gibi algıladı. Sokağa dökülmenin temelinde yeniliğe karşı bir direniş de olabilir mi?
Eylemleri izledim, yüz ifadelerine baktım. Ben 12 Eylül öncesini de o dönemin aktörlerinden birisi olarak biliyorum; yüzlerinde o dönemi çağrıştıran ifadeler yoktu. Ötesini berisini eşelemeyi bırakalım. Herkese düşen bir an önce bu insanların sorunlarını çözmektir.
Yüzlerinde başka hangi ifadeyi okudunuz?
Canına tak etmiş insanların ruh halini gördüm...
Seçilen iller bir mesaj taşıyor mu sizce?
Herhalde en pahalı, hayat şartlarının en zor olduğu iller olsa gerek. Buralarda en fazla canı yanan insanlar bulunuyor. Bir taraftan Af Kanunu, üç polisin şehit edilmesi gibi faktörler de etkili oldu. Bir el var idiyse bile polisi harekete geçirmeye müsait bir vasat da vardı. Provokasyon iddiasına değil, bu insanların neden provoke olduğuna bakmamız lazım.
Tantan'ın da oraya bakması gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Evet, şimdi sıra bu polisi yürüten vasatın ortadan kaldırılmasına gelmiştir. Tantan sevdiğimiz saydığımız bir isimdir. Gerekeni yapacağına inanıyoruz.
Ama, o tam tersine çok öfkelenmiş görünüyor...
Olayın ilk tepkisi. Fakat, Tantan'ı Tantan yapan bu teşkilattır. İnsaflı olmakta fayda vardır.
Peki, bir politikacı olarak silahlı bir güçün yürümesinin siyasi sonuçlarını nereye oturtuyorsunuz?
Türkiye'de siyaset kurumunun iktidar olmakla muktedir olmak arasındaki farkı göremediği anlaşılıyor. Olup-biten siyaset kurumunun muktedir olamama durumunun sonucudur. 28 Şubat'ta da aynı şey olmadı mı? Hükümet açısından ipin elden kaçtığı bir yapı var ortada. İpin uçu kaçtığı zaman o boşluğu birileri doldurur.
Polisin yürümesi ayrı bir dert, attığı slogan ayrı bir dert. "Kana kan intikam" dediler. Polis intikam almaya kalkarsa sizce ne olur?
Bunun tamamen kitle psikolojisiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Ağır görev şartlarının yansımasıdır. Spontane bir hareket olduğuna inanıyorum. Çok fazla eşelenmesinin faydası yok. İşte o zaman, korktuğumuz başımıza gelir. Teşkilatın yöneticileri de o mantıkla bakmalı meseleye...
F tipi cezaevleri de ölüm oruçlarına varan bir gerilime yol açtı. Böyle bir konuda aracı olmayı düşünür müydünüz?
Herhalde, eski bir İçişleri Bakanı olarak böyle bir aracılık için uygun bir isim sayılmam. Şimdi, biliyoruz ki örgüt liderleri bir kenarda oturuyor bir sekilde o örgüte girmiş genç insanlar ölüm orucu için zorlanıyor. Fakat, temel problem devletin cezaevlerinde yıllardır bir otorite sağlayamamasıdır. Cezevleri örgütlerin eğitim alanları haline gelmiştir. Buna rağmen madem ki olay bu noktaya gelmiştir elbette ki diyalog yolu açılmalıdır.
Bir yürüyüşle, bir ölüm orucuyla istikrar bozuluyor. Provokasyon yapmak isteyenler için çok fazla elverişli bir ülkede mi yaşıyoruz?
Değişim, dönüşüm sancıları çeken ülkelerde bu tür uç vermeler olur. Mesela, laik-dinci kutuplaşması gibi. Bu ve benzeri kutuplaşmalar birer tuzaktır. Asıl kutuplaşma Türkiye'yi şeffalığın, bilginin, demokrasinin öne geçtiği bir ülke yapmak isteyenlerle; 1930'lara götürmek isteyenler arasında olduğunu düşünüyorum. Siz çok önemli bir dönüşümü talep ediyorsunuz. Tam demokrasi dediğiniz zaman, sınıflar arasında geçirgenliğin çoğalmasını talep ediyorsunuz. Anadolu'nun sermayeden pay almayı istediği yeni bir dönem bu. İktidar erki elindeki gücü sizinle paylaşmak ister mi? Altındaki sandalyenin kaymasından korkanlar bile bu kutuplaşmanın bir tarafı olabiliyorlar. Bu durumda tabii ki birileri düğmeye basmak isteyecektir.
Öyleyse, geleneksel iktidar sahipleri her düğmeye basışta bir gol daha atacaklar demektir...
21. yüzyılın eşiğinde, globalleşen dünyada, internetin hayatımıza girdiği dönemde bunun mümkün olacağını düşünmüyorum. Birçok kişinin benim gibi düşündüğünü sanıyorum.
Ama, vakıa biraz farklı galiba. 21. yüzyılın eşiğindeyiz ama ekonomiden dış politikaya, hukuktan devlet yönetimine kadar içinde bulunduğumuz durum 20. yüzyıla giriş şartlarından pek farklı değil. Bu tabloda fazla iyimser değil misiniz?
Türkiye'de toplumsal, kurumsal ve bireysel olarak bir perspektif çarpılması yaşıyoruz. Değişim ve dönüşümün kaçınılmaz olduğu görülünce bireyler de kurumlar da korkmaya başlıyor. Güvenin tesis edilmesi lazım. Siyasi irade sakin, sükünetli bir söylem ve kararlı bir duruşla bunu tesis edecek. Endişeler, otoriter yapının arkasına gizlenir. Bunun önüne açıklık ve şeffaflıkla geçebilirsiniz.
Neden, akşam istikrar içinde uykuya dalıp, sabah istikrarsızlık içinde uyanacak kadar kırılgan bir istikrara sahibiz?
İstikrar diye talep edilen şey aslında statüko da ondan. Bunun temelinde de "öğrenilmiş acizlik" denilen olay vardır. Bilimsel bir deney... Bir akvaryuma büyük ve küçük balıklar konuyor. Bir süre sonra, yiyecek bulamayan büyük balıklar küçükleri yiyor. Daha sonra araya bir cam bölme yerleştiriliyor. Tam 29 saat büyük balıklar küçük balıkları yemek için o cama kendilerini vuruyorlar. Sonra, yiyemeyeceklerini öğrenip vazgeçiyorlar. Ardından cam bölme çekiliyor. Küçük balıklar büyük balıkların gözlerinin önünde tur atıp duruyorlar ama büyük balıklar onları yemiyorlar ve yem verilmediği için de açlıktan ölüyorlar. Bunun adına sosyal psikolojide "öğrenilmiş acizlik" deniyor. Örneklerini siyasette, toplumda görebilirsiniz. Mahkemelik olmamak için ayrıca örnek vermiyorum ama bu şablonu koyarsanız birçok şey açığa çıkar. Buna karşılık yeni yüzyılın en önemli değeri farkındalığın artmasıdır. Ben bu anlayışın öğrenilmiş acizliği yıkacağını düşünüyorum.
Tansu Hanım'ın mücade azmi kırılmış
Dürüst kalmış, cesur davranan politikacılara sahip çıkılmıyor. Bir süre sonra "Sen de çok fazla konuştun kardeşim" deniyor. Birisi çıkıp, "Ağzından çıkan lafı kulağın duymalı" diyor. Yani, Mustafa Muğlalı vak'aları yaşanmaya başlıyor.
Canı yanan, hakkı gaspedilen herkes "provoke" oluyor, "yeter artık" diyor. Hakkı en çok gaspedilen siyaset kurumu neden bir türlü "provoke" olup ayağa kalkmıyor?
"Yeter artık" diyen ya partiden atılıyor ya da bir daha seçilemiyor. Doğru bildiğinizi yapmaya kalkınca da sonuçta hep yalnız kalıyorsunuz. Doğrusu, mevcut siyasi partiler ve seçim yasalarıyla da bu yapının kırılması çok zordur. Parti disiplini denilen şey milletvekilini etkisizleştiriyor...
Problem sadece vekillerin durumu değil. Açıkça tasfiye edilmek istenen liderler ve partiler de aynı eylemsizlik içinde.. Çiller, Yılmaz, Kutan vs. Onlar neden bu tepkiyi göstermiyor?
Bakın, biz parti olarak "Ne oluyor kardeşim?" sorusunu sorduk. Belki bazı iletişim hataları yaptık ama o sorgulamanın neticesinde beklediğimiz kadar oy alamadık. Bu sonuç yaptığımızın yanlışlığını göstermiyordu. Sebat etmeliydik. Siyasette de yapılan en büyük yanlış doğru bildiğinizde sebat etmemektir. Problem burada...Bir de iradeyi kıran olaylar yaşanıyor. Kendimden örnek vereyim. Ben bu mücadelede hem maddi hem de manevi bedel ödemiş bir politikacıyım. 53 milyar lira tazminata mahkum oldum, kendim ödüyorum.
Ne olacaktı ki zaten, kim ödeyecekti sizin tazminatınızı?
İşte bu soru, aslında bir cevap.
Yanlış anlamayın... Bu konuda, mekanizma nasıl işliyor?
Burası önemli değil. Bir tarizim ya da sıkıntım yok. Anlatmak istediğim yalnızlığın görülmesidir. Yani, başınızın verilebileceğini görüyorsunuz. Size sahip çıkılmadığını görüyorsunuz. Korkuların, endişelerin bazı insanlarda egemen olduğunu görüyorsunuz. Aslında, beklediğiniz en fazla sırtınızın sıvazlanması. O da yapılmadığı zaman başka bir sorgulama başlıyor.
Şimdi burada duralım. Gördüğüm kadarıyla millet sırtınızı fazlasıyla sıvazlıyor. Problem, Tansu Hanım'ın sıvazlamamasında mı?
Bunu konuşmayalım. Ben sadece bir başkasını örnek veremeyeceğim için kendi özelimden yola çıkarak önemli bir konuyu anlatmaya çalışıyorum. Dürüst kalmış, cesur davranan politikacılara sahip çıkılmıyor. Bir süre sonra "Sen de çok fazla konuştun kardeşim" deniyor. Bir genel başkan yardımcısı "Ağzından çıkan lafı kulağın duymalı" diyor. Yani, Mustafa Muğlalı vak'aları yaşanmaya başlıyor.
Tansu Hanım'la ilişkiniz nasıl, görüşüyor musunuz?
Benim genel başkanım, ben de DYP'nin bir üyesiyim. Bu çerçevede bir ilişkimiz var.
Yani bu, eski yakın ilişkiniz yok demek mi oluyor?
18 Nisan seçim sonuçlarının analizi konusunda farklı noktalarda kaldık. Tespitlerime çok fazla kulak verilmediğini gördüm. Bunun için de genel başkan yardımcılığından istifa ettim. Ben, DYP'nin 1997-99 dönemindeki mücadelesinin çok haysiyetli bir mücadele olduğunu düşünüyorum.
Tansu Hanım öyle düşünmüyor mu?
O dönemdeki mücadele azminde biraz kırılma olduğunu görüyorum.
Sizce eski ilişkilerini, Refahyol'la yitirdiği ittifaklarını mı arıyor?
Onu bilemem ama, eski ilişkilerin kurulabilmesinin yolu arkanızda halk desteğinin olmasından geçer. Bu güce sahip olmak zorundasınız.
DYP'den umutlu musunuz, partiniz toparlanabilecek mi?
Bizim partimiz kökü çok eskilere dayanan kurumsal kimliğini oluşturmuş bir parti. Bazı hataları yapmazsak, bazı hatalarımızda direnmezsek iyiye gider. Mesela, altında benim de imzamın olduğu kararlarla 125 bin partili ihraç edilmiş. Kendimi bu konuda sütten çıkmış ak kaşık saymıyorum. Bu tür hatalardan vazgeçersek, küstürdüğümüz insanları kazanırsak; sonra, 4 milyon 800 bin genç yeni seçmenin beklentilerini karşılayacak politikalar ortaya koyabilirsek DYP'den elbette ki umutluyum.
|