![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
||
![]() |
“ Türkiye'nin birikimi... ” |
![]() |
![]() |
|
![]() |
Diyalektik de doğrulara ulaşmanın bir yöntemidirMarksist bir dostum, borsa dibe vurduğunda, "Dediklerim çıkıyor diye sevinme" dedi bana ve ekledi: "Hatta üzül; çünkü bu kargaşada kimlerin deveyi hamuduyla götürdüğünden çok, kimlerin ütüldüğü, para kaybettiği daha önemlidir. Ankara'nın biraz da borsa sayesinde zengin bir kent olduğunu unutma..." 1980'lerde banker skandalı patladığında hiç akla gelmeyecek kişi ve kesimlerin paralarını üçkâğıtçılara kaptırdıkları görülmüştü. Dostumun dediğini yabana atmadım; bu defa da sermayeyi kediye yükleyenler arasında kızgınlığı ülkedeki siyasi gelişmeleri etkileyecek kesimlerden kişiler olabilir... Rahmetli Yavuz Gökmen'den bilirim, 'diyalektik' insana olayları serinkanlı değerlendirme imkânı sağlar. Bazılarının 'komplo teorisi' diye küçümsediği ihtimaller diyalektiğin ölçülerine vurulduğunda pekâlâ işe yarıyabilir. Hürriyet'te yazmıyor olsaydı, en uyarıcı yazıları 'sıfırcı hoca' nâmıyla mâruf Kurthan Fişek kaleme alabilirdi; Levent Kavas ile Ahmet Altan'ın erken uyarı tespitleri 'diyalektik' ile ilgili... 1968'in öndegelen öğrenci liderlerinden Münir Ramazan Aktolga, 1980 darbesinin geleceğini görebilmiş. 6 Ocak 1980'de Almanya'ya doğru yola çıkarken, "Türkiye'yi kara günler bekliyor anne" demiş, "Bir askeri darbe daha olacak..." Şu günlerde, birbiri peşi sıra, 12 Mart dönemiyle ilgili anı kitapları çıkıyor. Bu çığırı, Hasan Cemal'in, "Kimse kızmasın, kendimi yazdım" kitabı açtı. Biri Muazzez Aktolga'ya ait: "Bir annenin '68 anıları". (Sistem Yayıncılık; Tel.: 212- 293- 8372; Faks: 212- 245-6614) Öğretmen Muazzez Hanım, oğlunun 'devrimci' olma serüvenini, kargaşa dönemini, kendisini yüzlerce kez Ankara'dan İstanbul'a ve Niğde'ye gitmek zorunda bırakan cezaevi günlerini samimi ifadelerle anlatıyor kitabında... İlginç bir serüven bu. O dönemin her gününde adı geçen 'devrimci' liderlerden Münir Ramazan cezaevine düştüğünde geçmişi daha sağlıklı değerlendirmeye başlıyor. Kendi deyimiyle, "24 saatin yetmediği bir okuma süreci" başlatıyor... "Günde yarım saat havalandırmaya çıkma hakkımız vardı da ben buna vakit bulamazdım okumaktan. Herkes çıkardı avluya, ben koğuşta kalırdım..." Anne, emekli ikramiyesini, maaşını oğlunun istediği kitapları temin etmeye harcamış o yıllar boyunca. "Bir yerlerde, bir şeyler yanlış olmalı" diye düşünmeye başlayınca arkası gelmiş... "Nasıl oluyordu da işçi sınıfı adına devrim yapmak için yola çıkıp savaşırken insan kendini devletin yanında buluveriyordu? (..) Bu nasıl bir diyalektikti böyle? Bu nasıl bir devletti Türkiye'deki?" Bu ve benzer sorular üzerine tarihe merak salmış ve okumuş da okumuş... En sonunda 'tasavvuf' ile tanışmış... "İşte o hızla tasavvufa daldık" diyor, "Bir de baktık ki, bir Yunus, bir Şeyh Bedrettin, bir Hallacı Mansur bundan yüzyıllarca önce sorunu ortaya koymuşlar. İlkel bir biçimde ama özünde bilimsel olarak doğru." Savunmasına da yansıttığı bu 'gerçek' Münir Ramazan'ı diğer arkadaşlarından ayırmış tabii. Tecrit edilmiş; aralarından "Üşüttü bu" diyenler çıkmış, ailesi ve yakınları diğer tutukluların yakınları tarafından dışlanmışlar. Biri annesine telefon edip, "Acele gel, oğlun avukatları reddetmiş, ona deli diyorlar" haberini iletmiş... Münir'in, "Anne ne avukatı? Onlar fasa fiso, anayasa manayasa lâf; her şey önceden kararlaştırılmış" sözü kulağında olan Muazzez Hanım, "Deli olmak bir yana, her zamankinden daha sağlıklı benim çocuğum" demiş... Mahkemede diğer arkadaşlarından farklı savunma veren Münir Ramazan Aktolga sonraki gelişmelerle daha da bilinçlenmiş. Son savunmasından şu bölümü okuyun: "Mahkeme önünde bir sorgu verdim, değil mi? Sanki hiç yok böyle bir şey. Tövbe de, kimse yüzünü bile çevirmemiş. Kararda dahi olsun bir satırla bahsedilmedi. Ama ben çıkıp da, 'Asacaktık, kesecektik, canınıza okuyacaktım' deseydim hoşunuza giderdi, değil mi? Hatta Günaydın'lı, Hürriyet'li rengârenk gazetelerinizi de alır, boy boy fotoğraflarımı basardınız. Nice kahramanlıklarımızı sayar döker, tezgâhta lider yetiştirip piyasaya sürme hazırlığına girişirdiniz. Allah bilir, sonra da bir pundunu bulup tahliye!.. Niye? Eee... Dışarıda 'asker'e ihtiyaç var!.. Kan lâzım, canavarı ayakta tutmak için! Aman, aman, aman... Sizin hayrınız, şerriniz yerinde kalsın." Bu sözlerin sahibi salıverildikten sonra yeniden tutuklanacağını anlayınca Almanya'ya gidiyor, ama sığınmacı olmuyor. 7,5 yıl bir fabrikada işçi olarak çalışıyor, ardından manavlığa başlıyor, şimdi de, kendi deyimiyle, "Döner keserek hayatını kazanıyor." 1973'te Faruk Gürler cumhurbaşkanlığına adayken, içerideki devrimci militanlar 'orducu' kesilmişler. İlginç bir ayrıntı bu. "Orduculuk, ordudan her şeye rağmen bir şeyler bekleme, ordunun devrimci geleneğine inanç en sol görünenlerimizin bile bilincine işlemiş" diyor Münir R. Aktolga. Ankara'da, 1. Şube'nin tek kişilik hücrelerinde kalırken, içeriye "12 Mart'ın meşhur işkencecilerinden biri" dediği kişi giriyor: "Gürler cuntası adına hepimizle tek tek konuşuyor: 'Çocuklar! Sakın moralinizi bozmayın, iki ay sonra hepiniz dışarıdasınız, biz geliyoruz. Siz Kızılay'da, biz Çankaya'da volta atacağız' diyor..." Bu deneyimden geçenler bir de samimiyseler öngörülerine değer vermek gerek...
tkivanc@yenisafak.com
|
![]() |
![]()
|
Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim |
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|