16 Ekim 1999 tarihli Milliyet'te gazetenin Moskova muhabiri Cenk Başlamış, "Çeçenlerin İslâm devleti kurmak istediği Moskova çıkışlı bir propaganda" diye yazıyordu. Başlamış ayrıca, "Ünlü Çeçen komutan Şamil Basayev'in Vahhabi olduğunu söylediğini, şimdiye kadar pek kimse duymadı" diyordu. Aynı yazıda şunlar da vardı:
"Çeçen militanların hepsini aşırı dinci olarak suçlamak daha çok Moskova'nın işine gelen bir taktik. Üstelik aşırı dinci teröristlerle savaştığını söyleyerek uluslararası kamuoyundan da destek almaya çalışıyor. Çeçen militanları Ladin'in desteklediği söylentisi yayılınca, ABD ile Rusya ortak hareket etmeye bile başladı."
Bu ifadeler, Türkiye kamuoyunun, Çeçen olayını, "aşırı dinci ve vahhabi"liğe kurban vermesinin ardından çok çok önemliydi.
Birkaç yıl önce, büroma gelip İBDA-C'den olduğunu söyleyen bir gençle konuşmuştum.
İBDA-C'nin merkezi bir yapılanmasının bulunmadığını, bir araya gelen birkaç kişinin orada bir İBDA-C birliği oluşturabileceğini, ayrıca bu birliklerin askeri bir hüviyet taşımadığını söylemişti. Ben de kendisine sormuştum:
-Bu, çok provokasyona açık bir yapı değil mi? Şu anda İBDA-C militan bir örgüt olarak tanınıyor, merkezî kontrolden yoksun bir kuruluş adına, önüne gelen provokatif eylem yapıp, ona mal edemez mi? Bu tehlikeyi nasıl görmüyorsunuz?
Benzeri bir soruyu, Aczmendi lideri Müslim Gündüz'e sormuştum:
-Her yerde Aczmendi dergâhı açılıyor. Nasıl bu kadar sür'atli insan yetiştiriyor ve bu dergâhları açabiliyorsunuz? Cevabı şöyle olmuştu:
-Elazığ'daki dergâmıza gelenler bir süre eğitiliyor, sonra dergâh açma izni veriliyor. Ona da;
-Böyle bir yapı provokasyona çok açık değil mi? kısa süre içinde insanları nasıl tanıyabilirsiniz? Bir süre sonra bu dergâhlardan, İslâm adına garip davranışlar sergilenirse ne yapacaksınız?
-Bunu hiç düşünmemiştim, demişti.
Hizbullah'ın Güneydoğu'daki doğuş macerasının ne kadar devlet bilgisi dahilinde cereyan ettiğini, ona meydan hazırlayanların daha sonra da nasıl insanları eliyle koymuş gibi toparladığını biliyoruz.
Demek ki islâmî muhitlerle ilişkilendirilebilecek provakasyona açık bir alan var.
Hiç şüphe yok, başka eğilimler alanında da provokasyona açık yapılanmalar mevcut. Bunlar gerektiğinde devreye sokulabiliyor.
Ahmet Taner Kışlalı'nın katledilmesi ile ilgili iddialarda İBDA-C adının geçmesini hep acılı bir tebessümle karşılıyorum. Çünkü İBDA-C yapılanması, adına en kolay provokasyon yapılabilecek bir yapılanma, bunu biliyorum.
Bunu benden çok daha iyi bilecek olanlar, Türkiye'yi belirli bir iklime sürüklemek için neden böyle bir provokasyon imkânını kullanmış olmasınlar...
Kışlalı'nın kimliği belli. Kışlalı'ya yapılacak bir suikastın, düğmeye basmış gibi (bu ifadeyi başörtüsü olaylarıyla ilgili olarak ilk defa Hürriyet gazetesi kullanmıştı) nerelerde nasıl tepkiler üreteceği belli.
Nitekim bugün görüyoruz bu tepkileri...
Uzunca bir süredir Kışlalı'nın da katkılarıyla oluşturulmuş bulunan "Atatürkçü-Kemalist" toplumsal zemin ayakta...
Yine beklendiği gibi, cinayet, askeri çevrelerde de tepki uyandırdı. Ankara ve İstanbul'da askeri temsilciler, Cumhuriyet bürolarını ziyaret edip, tepkilerini dile getirdiler.
Medyadaki bazı kesimlerde 28 Şubat söylemi yeniden avdet etti.
Kışlalı'yı seven, onun mücadelesine önem veren insanların, cinayet failini ararken, ilk elde "karşıt düşünce" çevrelerini taraması, tepkilerini onlara yöneltmesi normaldi ve hesap tuttu.
Hesap o kadar tuttu ki, olağanüstü bir hassasiyetle hastane önüne taziyeye gelen FP heyetine tepki gösterildi. Sanki yaralar derinleştirilmeli, toplumsal barış yolunda her adım yokedilmeliydi... Maalesef bu süreç zorlanıyor.
Ama bir ümit söz konusu...
Bilinç farkıyla bir ümit...
Bilinç, Türkiye'nin provokasyonlara açık yapısının farklı düşüncelere sahip çok geniş bir çevre tarafından idrak edilmesinden oluşuyor.
"Karşıt çevreler"den suçlu üretmeye hazır kesimler bile, zihinlerinin bir yerinde Susurluk sürecini saklı tutmayı ihmal etmiyor. Medyada, çok daha geniş bir yelpaze ise, benzeri olaylara Susurluksuz bakmanın mümkün olmadığını düşünüyor. İşte bilinç farkı bu.
ANAP lideri Mesut Yılmaz, "Susurluk'u çözmezsem, başbakanlık bana haram olsun" dediği günlerde, hadisenin sadece yüzde 20'sine vakıf olduğunu söylemiş, daha sonra da "yüzde 5'lik bilgi edindiği"ni ifade etmişti. Yani devlet içinde, Başbakan'ın bile nüfuz edemediği bir alan söz konusu... Fail-i Meçhuller alanı, nerdeyse sivil kadroların aczini ilân ettiği bir alan... Cumhurbaşkanı Demirel, Kışlalı suikasti için "zamanı ve hedefi önemli" diyerek, karanlık hesaba dikkat çekiyor. Fail-i Meçhulleri Araştırma Komisyonu eski başkanı Sadık Avundukluoğlu feryad ediyor...Susurluk komisyonu üyeleri Mehmet Elkatmış ve Fikri Sağlar feryad ediyor... Bir tümörleşme var bir yerde ve oraya uzanmak kolay olmuyor.
Doğrusu bunu anlayamıyorum.
"Derin devlet"in kim veya kimlerden oluştuğunu da anlayana rastlayamadım bugüne kadar.
Ama "Ben varım, burdayım" diye meydan okuyan bir odaklaşma da bu ülkenin gerçeği.
Nasıl çözeceğiz bunu?
Topluma ve ülkeye kan tutulması yaşatan bu tümörleşmeden nasıl kurtulacağız?
Karşıt cephelere yerleşip, birbirimizi yoketme iradelerimizi bileyerek ve tümörleşmeyi besleyerek mi?
Gelin, bilinç düzeyini geliştirmek için seferber olalım. Işık tutalım, karanlık bölgelere? Kanlı eylemlere karşı birlikte savunalım medeni tartışma ve iletişim ortamını... Vuruşturma oyununu boşa çıkaralım. Provokasyon katillere olduğu kadar, ardından gelen tepkilere de rol biçiyor. Bu rolleri farkedelim ve reddedelim. Türkiye için, bu ülkenin güzel insanları için, çocuklarımız için...