Son dönemde artan şehitler Kürt sorununun çözülmesini daha da zorlaştırıdığını PKK görmüyor mu? Ya da BDP? Ya da AK Parti?
PKK 1 Haziran'dan itibaren tek taraflı ilan ettiği ateşkesi sonlandırdığını açıkladı. Ancak son birkaç ayda verilen şehitleri gözönüne alırsak aslında ateşkesin uzun süre önce bitirildiğini ifade etmek yanlış olmaz. Reşadiye'de, Samsun Ladik'te yapılan saldırılar bunun somut örnekleridir.
Peki Kürt sorununu çözmeye çalışmamıza rağmen neden bir ilerleme sağlan(a)mıyor. Demokratik açılım süreci neden ölümlerin önüne hâlâ geçemedi. Açılım süreci neden toplumsal barış ortamına evrilemiyor?
Bu soruya tartışmanın 3 aktörü açısından bakmakta fayda var; AK Parti, BDP ve PKK/İmralı.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekiyor ki, başta Başbakan olmak üzere hükümetin Kürt sorunun çözülmesi konusunda samimi ve gayretli olduğudur. Hükümete yönelik samimiyetten uzak, çözüm istemiyor vs. gibi gerekçeler çok ikna edici değil. Evet eksiklikleri konusunda, yapmadıkları konusunda, çekinceleri konusunda hükümeti en sert biçimde eleştirelim, bunu herkes yapmalı. Ama hiç kimse bu süreçte hükümeti siyaseten ve siyasette yalnız bırakmamalıdır. AK Parti'ye, bu konuda yapamadıklarını yaptırmanın yolu siyasetten, Meclis'ten geçiyor. Siyaseten inisiyatif almadan, siyasette var olmadan AK Parti'yi eleştirmek kolaycılıktan başka bir şey değildir. Şu anda Kürt sorununun çözülmesini isteyen çevrelerin bunu samimiyetle istedikleri konusunda karineler yok kadar azdır. Üstelik bu süreci başından beri istemeyen MHP, yeni genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile “açılımları lanetleyen” bir pozisyon alan CHP karşısında, samimi olarak çözüm isteyenlerin yeri neresi olmalı? Kiminle işbirliği yapmalı çözüm yanlıları?
AK PARTİ NEDEN ÇEKİNGEN
Bu konuda AK Parti'ye yapılacak en büyük eleştiri şudur: Açılım diyerek büyük bir adım attıktan sonra, ardından atılması gereken küçük adımları neden atamıyor? Neden çekiniyor AK Parti? Başlangıçta çıtayı bu kadar yükseğe koyan bir hükümetin o çatının altında kalmasını anlamak mümkün değil. AK Parti'nin ihtiyacı olan tek şey biraz daha cesarettir. Geç de olsa “taş atan çocuklar”la ilgili düzenlemenin Meclis'e sunulması önemlidir. Ama aynı cesareti KCK operasyonları kapsamında tutuklu bulunan yerel yöneticilerin bir an önce serbest bırakılması konusundaki gerekli tedbirlerde de göstermelidir. Çünkü bu aşamadan sonra alınmayan her tedbir, atılmayan her adım hükümetin aleyhinedir. Hem inandırıcılık hem de samimiyete gölge düşürmektedir.
BDP RİSK ALMIYOR
Demokratik açılım sürecinin ikinci aktörü de şüphesiz BDP'dir. DTP kapatıldıktan sonra Meclis'te yeniden grup kuran BDP bu süreçte gerek açılım konusunda gerek şiddetin durdurulması konusunda üzerine düşeni yeterince yapamadı. BDP, eline siyaset yapmak üzere geçen her fırsatı kullanmamayı tercih etti. Anayasa değişiklik paketine destek vermeyerek bunu yaptı, şiddete yeterince mesafe almayarak bunu yaptı. BDP üzerinde sallanan PKK ve İmralı kılıcının gölgesinde kaldı.
Bütün bu süreçte siyaseten ne doğrudan muhatap oldu ne de dolaylı. Siyaset imkanını çoğunlukla İmralı olmak üzere hep başka yerlere pas etti. Son Kürdistan Bölgesel Yönetim Lideri Barzani'nin ziyaretinde bu açık biçimde ortaya çıktı. Demokratik açılım desteklemeyen hatta bunun samimiyetine bile inanmayan bir siyasal duruşun siyaseten bir şansı olabilir mi? Oysa açılımın bizatihi taşıyıcısı ve öncüsü olması gereken BDP, edilgen pozisyon alarak süreci AK Parti'nin inisiyatifine bıraktı. Böyle yaparak AK Parti'yi de siyasal alanda yalnız bıraktı. Aslında bu durum açık bir gerçeği bize bir kez daha gösteriyor; BDP belki siyasal bir parti ama milletvekilleri gerçek bir temsilci olamıyorlar. Temsilci olamadıkları için de yeterince sorumluluk alamıyorlar.
KANDİL'DEKİ GÜÇ SAVAŞLARI
İşte bu nokta sürecin dolaylı ama bir başka öznesine geliyoruz; İmralı ve Kandil. Yine kabul etmek gerekiyor ki, BDP'nin siyasetsizliğinin sorumlusu da bunlar. Çünkü BDP'nin siyaseten alacağı her kritik aşamada devreye girerek partiyi apolitikleştirdiler.
Kandil için söylenecek ilk tespit yönetim kadrosunun fikren bölünmüş olduğudur. Karayılan'ın temsil ettiği eğilim, silahlı mücadeleyi çözüm olarak görmeyip, bunun çıkmaz bir yol olduğunu görüyor. Buna karşı, Cemil Bayık, Duran Kalkan'ın temsil ettiği eğilim ise her şeye rağmen şiddeti savunuyorlar. Şiddetin yükselmesini hükümetin kendilerini dolaylı ya da doğrudan muhatap alacakları son şans olarak görüyorlar. Bu grubun, bu şekilde özgüvene sahip olmalarında kendilerinden çok 3. ülke(ler) desteğinin önemli payı olduğu söylenebilir. Reşadiye ile başlayan, Samsun ile devam eden ve son olarak İskenderun'da devam eden saldırıların arka planının bu 3. ülke(ler) desteğinin olması muhtemeldir.
PKK'nın unutmaması gerek nokta şudur; son birkaç yıl içinde ve özelikle de demokratik açılımın başlamasından bu yana her şehit, Türkler ile Kürtler arasındaki duygusal kopuş zihni bir ötekileşmeyi daha da belirginleştirmektedir. Özellikle Türkler ile Kürtlerin bir arada yaşadığı yerlerde her şehit, iki kimliğin arasına çıkarılması güç kıymıklar sokmaktadır. PKK'nın bu şekilde şiddeti sürdürmesi onu İsrailleştirmekten başka bir işe yaramaz. Bu noktada gerek örgüt üzerinde gerekse BDP üzerinde etkisi olan Abdullah Öcalan'ın açık biçimde inisiyatif alması gerekiyor. Kendi konumunu vazgeçilmez kılmak için taktiksel hamleler yapmak yerine sorunun çözüm sürecinin hızlanmasını sağlayacak çağrılar yapmasını beklemek en başta Kürtlerin hakkı. Çünkü böyle bir çağrıya en çok Kürtlerin ihtiyacı var. Bu çağrının iki ayağı var; ilki ülke içinde silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesi, ikincisi ise barış gruplarının yeniden harekete geçmesi. Aksi durumda şehitlerin artması, Kürtler kadar Türklere ve Türkiye'ye zarar verir.
Son olarak galiba bir çağrıyı da Kürtlerin demokratlarına yapmak gerekiyor. Bundan sonraki her ölümün maliyetinin ağır olduğunu bilenlerin susması değil konuşmasının zamanı…