SULTAN'IN SIRRI / The Secret of the Ottoman Sultan
Yapım Yılı ve Ülkesi: 2010, Türkiye yapımı
Türü ve Süresi: Serüven-Aksiyon / 103 dakika
Gösterim Formatı: 35 mm standart pelikül film
Perdedeki Resim Oranı: 1.85:1
Yönetmen: Hakan Şahin
Senarist: Ömer Erbil
Yapımcı: Ömer Erbil (T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve İstanbul 2010 Ajansı'nın katkılarıyla)
Uygulayıcı Yapımcılar: Hakan Yıldız, Güven Kaprol
Görüntü Yönetmeni: Tolga Kutlar
Işık Şefi: Kenan Kolla
Ses Kayıt Teknisyeni: Okan Selçuk
Ses Tasarımcısı: Orçun Kozluca
Özgün Müzik Bestecileri: Murat Başaran (Mayki), Engin Aslan ve Kalan Müzik arşivi
Kurgucu: Alisa Lepselter
Sanat Yönetmeni: Erhan Akgün
Kostüm Tasarımcısı: Fatoş Suda
Makyaj Tasarımcısı: Özdemir Egemen
Oyuncular: Mark Dacascos, Emanuel Bettencourt, Sinan Taymin Albayrak, Zeynep Beşerler, Burak Sergen, Şerif Sezer, Başak Daşman, Semih Sergen, Muhammed Cangören, Altan Akışık, Tayfun Sav, Mehmet Ali Tuncer
Yapımcı Şirket: Filmografi Production
Dağıtıcı Şirket: Medyavizyon Film
İçerik Uyarıları: Bazı bölümlerinde kanlı ve kansız polisiye şiddete yer verdiğinden dolayı, 13 yaşından küçük izleyicilere önerilmez.
Ailece izlenebilir mi? / ŞARTLI EVET (Ailenin küçük üyeleri 13 yaşından daha büyük olmalı)
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:
Yeni Şafak-Sinema Puanı: * * 1/2
* * *
Osmanlı Devleti'nin son dönemine damgasını vurmuş büyük bir lider olan 'in Ortadoğu'daki zengin petrol yataklarıyla ilgili çok önemli bir sırrını keşfeden Amerikalı bir tarih akademisyeni, Sultan'dan kalan gizli bir belgeye ulaşabilmek için 'ye gelir. Ancak, 'nda (yine, marangozluğuyla ünlü Abdülhamid Han tarafından yapılmış) özel bir sandukanın içinde bulunan o belgeyi görmek istediğinde, karşısına hiç tahmin etmediği bazı zorluklar çıkacaktır. Kahramanımız, belgeye ne pahasına olursa olsun ulaşmak istediğinde ise bir yandan 'un binlerce yıllık yeraltı dehlizlerindeki tekinsiz atmosferle boğuşmak, diğer yandan da olayı duyar duymaz peşine düşen tehlikeli adamları bertaraf etmek zorunda kalacaktır. Çünkü, aradığı o belge, 'nin de üzerinde bulunduğu coğrafyanın bütün ekonomik ve politik dengelerini değiştirecek kadar önemlidir.
* * *
Bundan muhtemelen 30 yıl kadar önce, ülkede televizyonculuk adına yalnızca siyah-beyaz TRT yayınlarının (o da her gün 5-6 saat gibi sınırlı bir süreyle) var olduğu bir dönemde, devlet kanalının yayımladığı "Cumartesi Gecesi Türk Sineması Kuşağı”nı ağzı açık bir vaziyette izlemek, Edirne'den Ardahan'a kadar, evinde televizyonu bulunan bütün vatandaşlarımızın hafta sonlarındaki banko eğlencesiydi.
Yine, milyonlarca aile gibi benim ebeveynlerimin de leblebi ve çekirdekleri saatler öncesinden hazırladıkları böylesi bir cumartesi akşamında, TRT kurumu Cüneyt Arkın ve Perihan Savaş'lı bir melodram ekrana getirdi. Genel hatlarıyla o devirdeki benzerlerinden hiç bir farkı bulunmayan bu filmin, daha izler izlemez benim kuşağımın belleğine kazınan en önemli yönü ise şu olacaktı:
Cüneyt baba, filmin finaline doğru bir otomobille oldukça yüksek bir uçurumdan yuvarlanıyor, bindiği otomobil yalçın kayalarda uzak bir çekim eşliğinde yuvarlana yuvarlana en sonunda zemine çakılıp infilâk ediyordu.
O güne kadar Türk yapımı aksiyon (!) filmlerinde gıcır gıcır bir otomobilin “harcandığına” hiç tanıklık etmemiş alabildiğine gariban bir kuşağın mensupları olarak, söz konusu görüntüyü izledikten sonra hepimizin tek kelimeyle "dibi düşecekti". Ertesi gün de ülkedeki bütün gençler, aralarında yaptıkları muhabbetlerde bu sahnenin ihtişamından söz etmekteydiler.
İşte ben, Türk sinemasında her ne zaman bir yangın, patlama, sel, deprem, otomobil çarpışması gerekli olsa, özel bir teknik bilgi, emek, bu alanda uzmanlaşmış elemanlar ve yüksek masraf gerektiren böylesi iddialı sahnelerin en küçük bir zahmete bile katlanılmaksızın derhal konuya uygun yabancı filmlerden aşırıldığı antik çağların çocuğuyum. Böyle olduğu içindir ki rahmetli Natuk Baytan'ın 1981 yapımı filmi “Toprağın Teri”nde yerli malı bir otomobilin ön camından içeriye yavaş çekimde kocaman bir ağaç kütüğünün girdiği o “unutulmaz” plan, yanı sıra da aynı hikâyede (düşsel bir bölüm olarak) toprağın içinden çıkıveren dev ellerin bir bağ evini ezerek yok etmesi gibi fantastik sahneler, aynı tezgâhlardan geçmiş milyonlarca akranım gibi benim de çocuk belleğime hiç silinmemecesine kazınmıştır.
Bu gibi hatıraların bizim gibi “dinozorlar”da uyandırdığı duygusal reaksiyonları, sinemada “serüven”in, aksiyonun, özel efektin, ustalıklı kamera kadrajlarının, özenle yapılmış ışıkların ve (başka filmlerin plaklarından aşırılmamış) özgün müziklerin içinde yüzüp duran zamane gençlerinin anlayabilmesi çok, ama çok zor… Günümüzde ergenlik sonrası dönemini yaşayan bir kuşak için bunlar zaten gösterişli bir sinemanın olmazsa olmazları, dolayısıyla ne yabancı, ne de yerli filmlerde sıklıkla karşımıza çıkan bu tür özel efekt numaraları şimdiki yeni yetmeleri kesinlikle bizlerin yüzde biri kadar bile heyecanlandırmıyor. Onlar, ulusal sinemamızda bir sürü başat teknik sorunun kökten çözümlendiği ve Türk yönetmenlerinin (etkileyici bir görsellik eşliğinde silahla adam yaralama, otobanda araç kovalamacası, uçurumdan otomobil yuvarlama, gerçek dinamit patlamalarıyla bina yıkma, cam çerçeve indirerek pencereden dışarıya dublör uçurma v.b.) sahneler için kâh paranın bastırılıp bu işin uzmanlarını ilk uçakla Türkiye'ye getirildiği, daha da ötesi aynı düzeyde uzmanların artık ülkemizde de yetiştiği çok farklı bir çağda doğdular.
O yüzden de son üç-dört yıldır ardı ardına beyazperdeye yansırken gösterişli sahnelere ev sahipliği yapan “Gora”, “Arog”, “Yahşi Batı”, “Pars: Kiraz Operasyonu”, “Kurtlar Vadisi-Irak”, “Kurtlar Vadisi-Gladio”, “Ejder Kapanı”, “Av Mevsimi” gibi fantazi-aksiyon-gerilim örneklerinde benim gibi naif adamlar mutluluk gözyaşlarını tutamazken, daha genç kuşağa mensup sinemaseverler ve film eleştirmenleri ise ağızlarına gelen her ne varsa yapımcılara hiç çekinmeden saydırmaktalar…
Aslında, ulusal sinemamızın genç takipçilerinde gözlemlediğimiz bu "kronik memnuniyetsizlik hâli"nin açıklaması son derece basit… Saydığım bütün o yakın tarihli yapımlar gibi Hakan Şahin imzasını taşıyan “Sultan'ın Sırrı” da her türlü günahı ve sevabıyla ilkel bir prodüksiyon düzeninden yüksek teknolojiye doğru bir “geçiş dönemi filmi”…
Bundan 15-20 yıl sonra “Büyük Hesaplaşma” (Heat) gibi bir polisiye, “Yaratık” (Alien) gibi bir bilim-kurgu, “Baba” (The Godfather) gibi destansı bir suç draması çekmeye kalkışacaksak, sinemacılarımız o tür gösterişli prodüksiyonların antrenmanlarını kiminle ve nerede yapacaklar? Tabiî ki bu işin dünyadaki en büyük okulu Hollywood ve oradan ithal edilmiş (bazen birinci, bazen ikinci, hattâ bazen de üçüncü sınıf) oyuncularla, yönetmenlerle, kamera arkasındaki teknik elemanlarla “gösterişli film sanatı”nın püf noktalarını öğrenmek zorundalar…
Bütün bu süreçte izleyicilere ise “elma” ile “ananas”ı aynı sepete doldurmaya çalışmadan, Türk sinemasına aksiyon, polisiye, fantazi, gerilim ve bilim-kurgu gibi yüksek zenaatkârlık gerektiren kimi önemli türlerde ondan tam 100 yıl ileride bulunan Batı sineması karşısında dostça avanslar vererek yaklaşma görevi düşüyor. Bundan yirmi yıl önce biri bana çocukluk dönemi idollerimizden birinin, sözgelimi Jean-Claude Van Damme'ın Türkiye'ye gelip genç bir Türk yönetmenin filminde "yardımcı oyunculuk" yapacağını söylemiş olsaydı, sanırım o anda bulunduğum yere çöker ve yarım saat süreyle kendime gelmeye çalışırdım! Oysa Van Damme gibi (öyle ya da böyle) dünya çapında tanınmış bir aksiyon sineması yıldızı şimdilerde davet edilir edilmez Türkiye'ye gelip Ömer Faruk Sorak'ın yönettiği orta karar komedi-serüven filmi “Sınav” da büyük bir memnuniyetle rol alabiliyor. Çünkü, prodüksiyon kalitesi noktasında Türk sinemasının çıtasının her geçen gün giderek yükseldiğinin artık batılı sinemacılar da farkındalar…
Olacağı buydu, olması gereken buydu ve yönetmen Hakan Şahin de kendisine sunulan sınırlı malzemeyle elinden gelenin en iyisini ortaya koymuş işte… “Sultan'ın Sırrı”nda 1990'larda çekilmiş Bir Chuck Norris aksiyon filminden çok daha kötü bir gösteri mi izlediniz? O parayı vaktiyle Norris'i parlatmış olan yapımcılara verseniz, katiyen bitiremezlerdi böylesine çetrefilli bir hikâyeyi yahu! Batılıların çektikleri bu tür düşük profilli aksiyon filmlerine “cult B movie” gibi süslü püslü etiketleri gayet kolayca yapıştırırsınız; fakat jenerikteki “yönetmen” sıfatının altında “Ahmet”, “Mehmet”, “Mustafa” falan yazdığında ise eleştirilerinizden dışarıya tükürükler sıçrar!
Aynı şekilde, okurlarıma da ısrarlı tavsiyem, bu tür sinemasal çabalara mümkün olduğunca müşfik bir modda gidip, onları iki paket sigara parasına kıyarak dostça desteklemeleri yönündedir.