Mahsun Kırmızıgül, 2007 yılından itibaren benzersiz bir coşku ve heyecanla atıldığı film yönetmenliğinde son derece istikrarlı bir ilerleme kaydederek, geçen cuma gösterime giren üçüncü çalışmasıyla bana göre esaslı bir sıçrama daha yaptı. “New York'ta Beş Minare”, ufak tefek senaryo aksamalarını “millî felaket” boyutunda değerlendirmezsek, genel anlamda “olmuş” bir filmdir. Fakat, mâlûm yapıtın gösterime girdiği ilk hafta sonu itibarıyla, şu öngörümü de peşinen bir kenara yazmanızı rica ediyorum:
Sinema yazarları ve sektörün ezici bir çoğunluğu Kırmızıgül'ü üçüncü yönetmenlik denemesinde de desteklemeyecek; tam aksine bol bol alay edip yerden yere vuracaktır.
Çünkü;
1- Mahsun Kırmızıgül, Zaza-Kürt asıllı bir sanatçı olmasına rağmen, gerek müzisyenlik yaptığı dönemlerde, gerekse yönetmenliğe geçtiği son yıllarda her vesileyle Türkiye'nin -bütün etnik unsurlarıyla birlikte- birliği ve bütünlüğünü savundu; halen de var gücüyle savunuyor. Bu barışçıl, bütüncül ve kuşatıcı yaklaşımı da ondan tıpkı Yılmaz Güney gibi “ayrılıkçı-agresif bir Kürt sineması” üretmesini bekleyen çevrelerin tüylerini diken diken etmektedir. An itibarıyla Mahsun'un en büyük düşmanı, yine etnik açıdan yakın olduğu çevreler ve bunların ayrılıkçı düşünceye Katolik nikâhıyla bağlanmış durumdaki militan temsilcileridir. Mahsun, onların gözünde “Bağımsız Kürdistan ideallerini satışa çıkartıp sistemle işbirliği yapan bir hain”dir. Ki aynı aşağılayıcı bakış, sinemacılığından öte insanlığını çok sevdiğim bir başka Kürt sinemacı dostum, Gani Rüzgâr Şavata için de geçerlidir. Mâlûmunuz, Kürt'ün “bölücülük” yapmayanı, bu toprakların -mazoşizmi bir hayat tarzı olarak benimsemiş- kültür ve sanat arenasında hiç de makbûl olmuyor!
3- Mahsun Kırmızıgül, gerek şiddet yanlısı Marksist-Kürtçü bakışa prim vermeyen ılımlı siyasal görüşleri, gerekse gizlemeye gerek duymadığı dinsel inancı nedeniyle ilk filminden bu yana sinema sektöründe kesintisiz biçimde alerji kaynağı olurken, bu duruşundan hiç ödün vermemesi, sistemin kanaat önderleri karşısında asla nedamet getirmemesi de ona yönelik alerjiyi her geçen gün biraz daha artırıyor. Sözgelimi, “New York'ta Beş Minare”nin galasını -isimleri tek tek kendisi tarafından belirlenen- 200 konukla sınırlı tutması, bu konudaki öfke ve cinneti zirve noktaya çıkardı. Jakobenler, onun kendilerine filmleri üzerinden "ruhsal mastürbasyon yapma" fırsatı tanımamasına tek kelimeyle illet oluyorlar.
Sonuç olarak herkes iyi bilmeli ki Mahsun Kırmızıgül olayında sorun “iyi sinema-kötü sinema yapmak” falan değildir. Bu adam, yukarıda da andığım üç temel niteliği, yani yurtseverliği, dindarlığı ve aşağılamalar karşısında geri adım atmayan kararlı kişiliği nedeniyle, ağzıyla kuş tutsa bile sinema çevrelerinin ekseriyeti tarafından daha uzunca bir süre sevilip benimsenmeyecektir. Çünkü sektörün köşe başları, Türkiye'den bazen açıkça bazen de içten içe nefret eden hainlerin, dönmelerin, Sabetaycıların ve ateistlerin elinde… Bu güruhun, torna makinesinin ürettiği kalıba hiç bir tarafından uymayan, üstüne üstlük derisi de esmer olan böyle bir “çıkıntı herif”e kanlarının son damlasına kadar karşı duracağı âşikâr... Fakat, elbette ki benim gibi öteden beri sistemin dışladığı mazlum sanatçıların yanında olan, onlara ırkı, dinsel inancı, derisinin rengi, mason olup olmaması ya da cukkasının kalınlığına göre değil, ortaya koyduğu eserlere göre muamele eden az sayıdaki yazar da benzer bir kararlılıkla Mahsun'un yanında yer alacaktır.
2007 yılında, “Beyaz Melek”in gösterimi sırasında o film ve Mahsun için her ne yazdıysam, aynı cümleler bügün de satır satır geçerlidir.
Mahsun Kırmızıgül'ü Türk sineması adına 2000'lerin en değerli kazanımlarından biri olarak görüyor, onu yıpratmak için canını dişine takmış debelenen Beyaz Türk-jakobenlere ise yalnızca acıyorum. Mahsun'a yapılanların, 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na seçilmesinden itibaren bu ülkenin başbakanına ya da her Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu öncesinde cumhurbaşkanı ile eşine yapılanlardan mantalite olarak herhangi bir farkı yoktur; hepsi de aynı faşist-seçkinci kökten besleniyor. Ki dahası ben de İslâmcı bir sinema yazarı olarak, sektördeki bu tür aşağılık ayrımcılıklar karşısında gayet antrenmanlı biri konumundayım.
Kardeşim Mahsun, seni üçüncü filminden sonra da bir kez daha sevgiyle, saygıyla, hayranlıkla kucaklıyor ve ulusal sinemamızın kalite çıtasını yükseltme yönündeki muhteşem çabaların için gönülden tebrik ediyorum.
“New York'ta Beş Minare” ile, din-i İslâm'ın 11 Eylül 2001 komplosundan sonra karanlık ellerce bilinçli bir biçimde kirletilen küresel imajını temizleyip yerli yerine oturtma adına son derece stratejik bir adım attın. Yüce yaratıcımız da bu iyi niyetli çabanın karşılığını sana her cephede versin; yolun hep açık ve aydınlık olsun inşaallah…
Belki etki kudretimiz merkez medyadaki afili meslektaşlarımız kadar olmayabilir; fakat bilesin ki sen değişmediğin sürece bu satırların yazarı da hiç değişmeyen bir kardeşlik duygusuyla yanında olacaktır.