Öykü iyi yolda ama okunacak roman yok

Öykü deyince ilk akla gelen isimlerden biri olan Yazar Ali Haydar Haksal, günümüz yazarlarının öyküde düşünce geleneğimiz bakımından daha güçlü ve kalıcı eserler bıraktılarını söylerken, roman için “Zevkle okunacak roman yok” diyor.

Emeti Saruhan
Öykü iyi yolda ama okunacak roman yok

Yaklaşık bir buçuk yıldır kanser tedavisi gören Yazar Ali Haydar Haksal iyileşti. Bu süreçte kendini Hakk'a teslim ettiğini söyleyen Haksal bitkisel ilaçlar da kullanmış. Doktorunun "Hastalıkla ilgili hiçbir şeyiniz kalmadı" dediği Haksal, "Ben de öyle hissediyorum" diyor. Yıllardır edebiyat dergisi Yedi İklim'i yayınlayan Ali Haydar Haksal'la edebi geleneğimizi ve edebiyatımızın durumunu, ve öykücülüğünü konuştuk. Haksal, öyküyle ilgili önemli tespitler yaptı.

Mavera Dergisi ve çevresi ile tanışmanız nasıl oldu?

1979 yılında üniversiteyi bitirdikten sonra İstanbul'a geldim. Artık dosyamda öyküler şiirler birikmişti. Rahmetli arkadaşım Ahmet Nedim Çeker, Cahit Zarifoğlu ve Rasim Özdenören'e benden bahsetmiş. Bir gün dosyamı aldım Ankara'ya gittim. Kızılay'da Akabe Mavera bürosunda Cahit ve Rasim Beyle tanıştık. Dosyalarımı bıraktım döndüm. Sonra Cahit Bey bana bir mektup yazdı. Orada şiirimden hiç söz etmiyor. "Rasim senin bu 5 öykünü çok sevdi. Onları sırasıyla yayınlayacağız." diye. Rasim Bey, "Ali Haydar Haksal öykü yazmasa bile bu 5 öyküyle Türk Edebiyatı'nda yerini alır" diyormuş. Tabi bu büyük bir moral oldu benim için. Şiiri kendi özel dünyama çektim. Dışarıya hiç şiir vermedim. Az da yazdım.

Bu yönlendirme mi etkili oldu sizde?

Evet, Cahit Bey'in benim üzerimde önemli bir etkisi var. Şiiri daha çok öyküme yedirerek yazdım. Onlar da Mavera Dergisi'nden yayınlandı. O dönemde Evdeki Yabancı kitabımdaki öykülerin büyük bölümü de Mavera'da yayınlandı, psikolojik gerilimi olan öykülerdi. Orada da bana bir mektup yazdı Cahit Bey. "Senin bu hasta tiplerinden bıktık artık ele avuca gelen öyküler yazsan" diye. Bu bende bir şok etkisi yarattı. 6 ay elime kalem alamadım. Okudum içimde bir şeyler birikti. Sonrasında "Sesim Bana Yetmiyor"daki "Ölen Babamdı" öyküsü çıktı ortaya. Tabi yeni bir öykü dairesi kuruldu.

Edebiyatımızda öyküleriniz nasıl bir yerde duruyor?

Bugüne kadar 12 öykü kitabı yazdım. Benden üslup, anlatı geleneği olarak etkilenildiğinin farkındayım. Şu anda yayına hazır 3 öykü kitabım duruyor. Yazmaya da devam ediyorum. Öykülerimin özelliği kendi içinde daireler oluşturması. Evdeki Yabancı bir dairedir. Sesim Bana Yetmiyor bir daire. İçim Su Berraklığında farklı bir daire. En son Rüya Rüya İçinde kitabım yeni bir daire olarak ortaya çıktı. Peygamber Efendimizin rüyalarından yola çıkarak yorumladığımız, bugünle buluşturduğumuz öyküler toplamı oldu. Oldukça iyi ses getirdi. Kısa öyküyü denedim, anlık öyküleri. Farklı öyküler oldu. Kendimi yenileyerek amatör ruhla yazdığımı söyleyebilirim ama yerine edebiyat tarihçileri karar versin.

Kendinizi hangi damara yakın buluyorsunuz?

Büyük İslam Medeniyeti'nin ana doğrultusuna bağlı ve o izlekte devam eden düşünce geleneğine bağlıyorum kendimi. Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil ve arkadaşları, Cahit Zarifoğlu ve arkadaşları, Rasim Özdenören… bu geleneğe bağlıyorum kendimi. İronik öykülerimin çıkış noktası psikolojik olarak kendi köyüm. Medrese olan bir köy, insanlar belli bir seviyeye gelmiş. Zekayı yansıtan bir takım muziplikler, ironik hareketler benim üzerimizde çok etkiliydi. Benim ailem bir molla ailesi. Okuyan bir aile, kitapların arasında büyüdük. Öte yandan dünya edebiyatını çok sıkı okudum. Çehov'u çok severek okudum. Dostoyevski'yi döne döne okuyorum. Virginia Wolf, Faulkner bunları da çok sıkı takip ediyorum.

Sizin için öykü nedir?

Her şairin kendi şiirinin poetikasını anlattığı gibi her öykü yazarının da kendine göre bir üslubu ve bakışı var. Öykü bir anlatıdır. Bir yazar tarafından anlatılan bir metin olarak ortaya çıkar. Kendi arasında türleri var. Anlık öykü, kısa öykü, uzun öykü gibi. Ama asıl noktası anlatmaktır öykünün.

Hikayeyle arasındaki fark süregelen bir tartışma değil mi?

Bizim arkadaşlarla yaşadığımız bir tartışma var. Öykü Batı edebiyatının bize yansıması ve bir sonucu. Hikaye geleneği bizde var ama daha çok klasik anlatılar, yazılı metinlerden çok sözlü anlatımlara dayalı. Bu farklı bir anlatı geleneği. Onların belli bir kahramanı ve anlatıcısı yok, çeşitli anlatıcıları var. Ama öykü öyle değil. Onun bir anlatıcısı vardır. Yazanı bellidir.

Peki günümüz edebiyatında öykü desem?

Günümüz yazarları öyküde daha kalıcı eserler bıraktılar düşünce geleneğimiz bakımından. Çok daha güçlüler. Roman için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Rasim Özderen, Kadir Tanır, Cemal Şakar, Durali Yılmaz, Ramazan Dikmen, Mustafa Miyasoğlu, Mustafa Kutlu bunları sıralarsak bir de genç kuşaktan gelen arkadaşlar var. Ciddi bir birikim oluşturdu. Bir de bu dönemde bayan yazarlarımızın ortaya çıkması oldukça önemli. Fatma Barbarosoğlu, Nazan Bekiroğlu, Yedi İklim'de öyküleri yayınlanan Mihriban İnan, Selvigür Kandoğmuş gibi isimler ciddi bir birikim oluşturdu. Romana göre daha güçlü ama ne yazık ki istenilen karşılığı bulamıyor.

Kadınlar şiir geleneğimizde ötelendiler. Öyküde de böyle değil mi?

Öykünün bazı özellikleri var. Eserin ruhu, sıcaklığı, yoğunluğu, bir kültür toprağına bağlılığı gibi. Bir de öykü ayrıntıdır. Ayrıntıda dikkat bayanlarda daha güçlüdür. O yüzden bayanların öykü yazması çok daha kolay oluyor. Bu Tomris Uyar, Leyla Erbil, Nezihe Meriç'e kadar sol tarafta da yazmış olan yazarlara bakınca oldukça başarılı olduklarını görüyoruz. Şiir geçmiş dönemde daha çok erkekler arasında yaşanmış ama Hz. Fatma Validemizin şiir yazdığını biliyoruz. İslam medeniyetinin ilk dönemlerinde kadın erkek ayrımı yok ama zaman içinde kadınlar sosyolojik olarak hayatın arka planında kaldıklarından, şiir de erkeklerin yaşadığı belli merkezlerde geliştiği için bu böyle olmuştur. Yoksa kadınlar şiir yazamaz diye bir şey yok. Yedi İklim'de de son dönem bazı bayan arkadaşlar oldukça güçlü şiirler yazıyorlar.

Sezai Karakoç, Rasim Özdenören kitaplarını yazmaya nasıl başladınız?

Yedi iklimde zaman zaman makaleler yayınlıyorduk, bunlar büyük bir birikim oluşturdu. Bizim onlara bir vefa borcumuz var. Bugünün kuşakları bu düşünür ve yazarlarımızı yeterince tanımıyor, bilmiyor. Bu yüzden ister istemez biz Sezai Karakoç nasıl Mevlana'yı, Mehmet Akif'i yazmışsa, Necip Fazıl nasıl Hz. Ali'yi yazmışsa bu da bizim boynumuzun borcuydu. Yazmayı tamamlamayı düşündüğüm Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Alaaddin Özdenören, Akif İnan gibi isimler var. Hastalık çalışmalarımı etkilememiş olsa Erdem Beyazıt kitabı bitmiş olacaktı. Bunları gelecek kuşaklara taşımamız lazım.

Genç öykücülerde en çok neyin eksikliğini görüyorsunuz?

Kültürel arka plan, ciddi bir kültürel boşluk var. Birçok öykü yarışmasında jüri olarak bulundum. Öykülerde yüzeysel bir hayatın anlatıldığını felsefi ve düşünsel bir derinliğin olmadığını çok açık gördüm. Arka plan yok, derinlik yok insanların bir sancısı yok. Hangi medeniyetten geliyorum, hangi toprakta bulunuyorum, hangi kültür coğrafyasındayım gibi bir dert yok. Rus edebiyatının öykü veya romanlarını okuduğunuzda Rus insanının hayatını o kadar net veriyor ki. Bir kültür coğrafyasının insanlarını tanıyorsunuz. Bu derinliği taşıyacak arka plan yok.

Dergilerin edebiyatımızda ayrı bir yeri ve önemi vardı. Şimdi neden eskisi gibi değil?

Bizim dönemimizde iletişim ağları çok güçlü değildi. İnternet, televizyon vs. yoktu. Okumaya çok zaman ayırıp, ciddi okumalar yapıyorduk. Mavera çıktığında biz İstanbul'da 800 tane satıyorduk. Erzurum'a 350-400 tane gelirdi, dergiler kısa zamanda tüketilirdi. İletişim ağlarıyla, zaman içinde siyasal yapılanma da yer değiştirdi. İslami düşünce sancısı çeken insanlar kendilerini diğer düşüncelere karşı güçlü kılmak için yoğun okumalar yapıyorlardı. Onların Nazım Hikmet'i varsa bizim Necip Fazıl'ımız vardı. Onların Cemal Süreya'sı varsa bizim Sezai Karakoç'umuz vardı. Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Durali Yılmaz, Mustafa Miyasoğlu'muz vardı, onlara sığınıyorduk. Küreselleşen dünyada Türkiye'nin siyasal değişiminde İslami hassasiyeti olan kesimin düşünce geleneklerini boşladıklarını görüyorum. Bir anlamda da sekülerleştiler.

Edebiyata olan ilginin azalmasını siyasi dengeye mi bağlıyorsunuz?

Siyasi dengeyle bağlantılı görüyorum. Siyasi dengede okuma bilinci ağırlık kazanmıyor. Gazetelerde birkaç gazete dışında kültür sanat sayfası bile yok. Eski gazeteler hem gazete hem de dergiydi. Necip Fazıl'ın bir şiiri yayınlanabiliyordu. Yeni süreçte okuma, düşünme, sancı çekme süreci azaldı. İnsanlara bir rahatlama geldi. Muhalefet duygusu ortadan kalktı. Şimdi devletin bütün imkanları elinde. Bürokraside yer alan şair, yazar birçok arkadaşımızdan ancak bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki o geleneği sürdürüyor. Yazmıyorlar artık.

Ne yapılabilirdi?

Politikalar kültür ve düşünce üzerine kurulabilirdi o yapılamadı. Küresel dünyanın belirlediği doğrultuda harekete ediliyor. Sezai Karakoç gibi dev bir ustamız var. Hala konuşuyor, yazıyor; onun varlığından kimse haberdar değil.

Yayınlanan edebiyat dergilerinin pek de uzun soluklu olmama sebebi nedir sizce?

Genç heves arkadaşlar çok fazla. Yazıyorlar çiziyorlar kendi aralarında dergi çıkarıyorlar. Bizim bütün Türkiye'de yazan çizen arkadaşların ihtiyacını karşılamamız mümkün değil. Biz niteliği olan arkadaşları öne çıkarıyoruz. Arada bazı yetenekleri de kaçırabiliyoruz. Onlar öykü ve şiirinin yayınlayacak yer bulamayınca dergi çıkarıyorlar ama güçleri imkanları bir yere kadar. Türkiye'de edebiyat dergileri kurumsallaşamadı.

Neden?

Mavera İstanbul'da 800 satılırken biz 800 satamıyoruz. 1000 basıyoruz. Türkiye'ye dağıtıyoruz, bekliyoruz ki dergi satılsın. Dergiler okunmayınca yetişen insan azalıyor. İnternet de gelişince insanlar bloglarda kendi ürünlerini yayınlıyor. Artık kendilerini yazar olarak kabul ediyorlar ama gelişmeleri engellenmiş oluyor. İnternet bir gayya kuyusu, oraya düşen kaybolup gidiyor. Oradan nitelikli bir şair yazarın çıkması beklenemez. Toplumda bir hafıza boşalması yaşanıyor.

Hafıza boşalması?

Bunu hayatımda 2-3 dönem yaşadım. Askerde yazıcıydım. Bataryanın hepsi üniversite mezunuydu. Oradaki üniversite mezunlarının askeri sloganlar, türküler, şarkılarla hafızaları boşaldı birden o insanlar çocuklaşıverdi. Gidip yerde taşlarla oynuyorlar falan. İstanbul'dan kültür merkezinden uzaklaştığım zaman yanımda kitap götürmemişsem ben de birden bir boşluğa düşüyorum. Yaşadığım hastalık döneminde 6 ay elime hiçbir şey alamadım. Bu süre içinde düşünme zamanım çok olmasına rağmen zihni üretim durmaya başladı. Almadan vermek Allah'a mahsus. Toplumda da büyük bir hafıza boşluğu var. İnsanlar okuma ihtiyaçlarını internet, medya, görsellikten, ordan burdan karşılıyorlar. Karşılayamıyorlar da o boşluğu dolduruyorlar. Toplumun hafızası boşalıyor.

Hastalığınızı ilk duyduğunuzda ne hissettiniz?

Teşhis konulduğunda çok anlık bir sarsıntım oldu. Hemen kendimi toparladım. Sonrasında hastalığa tepkim hem sabırlı hem de dirayetli oldu. Ailem, akrabalarım sevenlerim yıkıldılar adeta. İnsanın rızkı kesilince ölüm insana bir şekilde gelir. Hastalıklar bir vesiledir. O anlamda oldukça sağlam durdum. Bu duruşum kendime, aile ve çevreme büyük bir moral oldu.

Hastalık size ne kattı?

Hastalığa yakalandığımda Semerkand Yayınları'na 4 dosya vermiştim. Onların içinden Rüya Rüya İçinde'yi seçip yayınladılar. Sonra tedavi sürecindeyken bir gün beni arayıp "4 halifenin hayatını bize yazar mısınız" dediler. Ben de hiç tereddüt etmeden kabul ettim. O yoğun sürecin arasında kendimi Hz. Ebubekir'i yazmaya verdim ve bitirdim. Böyle bir bereketi oldu.

Nasıl çalışabildiniz hastalık sürecinde?

Ağrılarım yoktu. Tedavi sürecinin getirdiği bir takım sorunların üstesinden de gelerek bitirdim. 15-20 güne çıkacak. Hastalığımın bir sürecinde durmak zorunda kaldım. Çünkü elime hiçbir şey alıp yazamadım okuyamadım. Şimdi bir 15-20 gündür Hz. Ömer'e de döndüm yazıyorum. En üzüldüğüm nokta ağır hastalığın getirdiği süreçte kimi ibadetlerimi yapamıyorum. Buna üzülüyorum. Onu da telafi edeceğim.

Bu süreçte sizin için bir özel sayı yapıldı. Buradaki yazılardan hangisi sizi en çok etkiledi?

Bu sayı beni çok duygulandırdı. Arkadaşlar kendi aralarında karar vermişler. Gelen yazıların hepsi benim için değerli ve önemli. Ayırt edemem. Çok da heyecanlandım. Her şeyden önce Ali Haydar Haksal'ın edebiyatımızda bir yeri olduğunu o sayı ortaya koydu. Bunlar bir vefa duygusunu getiriyor.

Yedi İklim Dergisi nasıl kuruldu?

Mavera'da yaptıklarımız yayınlanmayınca Cahit Bey'le de konuşarak Mavera'dan ayrıldık. Ben inşaat malzemeleri işi kurmuştum. İşler de iyi gidiyordu. Maddi sorumluluğu ağırlıklı olarak bende olmak üzere bir araya geldik. Sonra İlhan Kutluer, Ali Göçer gibi arkadaşlar da katıldı. Yedi İklim Dergisini çıkardık. Dergi ikinci yılına girince yazan arkadaşlar çekilmeye başladılar. Maddi sorumluluk da benim üzerimde kalınca biraz da kendimi yalnız hissedince 1989'da 24. sayıda dergiyi tatile soktuk. 1992'de işlerim iyiydi. Arkadaşlar da yeniden bir araya geldi. Dergiyi yeniden çıkarmaya karar verdik. O tarihten bu yana kesintisiz geliyor. En son 254. sayı çıktı.

Yedi İklim genç edebiyatçılar için bir okul. Nasıl el veriyorsunuz gençlere?

Biz özellikle gençlere mümkün olduğu kadar destek olmaya çalıştık. Yazdıklarında neyi eksik yaptıklarını anlattık. Bana gelen her yazıya, her şiire, her mektuba mutlaka cevap verdim. Birçok şairin, yazarın, öykücünün Yedi İklim'den geçtiğini biliyoruz. Bugün çıkmakta olan dergilere şiir ve öykü yazanların yüzde 80'i Yedi İklim'den geçmiştir.