Prof. Mehmet Kaplan hocanızdı. Bir hoca ve insan olarak nasıl biriydi?
Bana asistanlık teklif ettiği zaman birkaç tavsiyede bulunmuştu. “Biz bu dünyaya bir tek ilim yapmak için gelmedik. İlim bizim hayatımızın bir parçası. Bir yaşama şekli” demişti. İnsani yönü ağır basmasaydı o bölümde kalmazdık. Kaplan Bey öğrencilerine başlangıçta çok sert görünen biriydi. Hepimiz çok korkardık. Fakat o sert görünüşünün altında inanılmayacak kadar yardımsever, duygulu bir şahsiyet vardı. Kendisine her mektup gönderene cevap verirdi. Böyle bir hoca yoktur. Biz yıllarca yurt dışında kaldığımızda, hoca her hafta bize mektup yazıp hocalığını mektupla sürdürmüştür. Bunu herkese yapmıştır. Kim sorarsa, bilgisini herkese vermiştir. Çok disiplinliydi. Belki başlangıçta bizi korkutan şey bu disiplini çok sert cümlelerle ifade etmiş olmasıydı.
Eşinin vefatından sonra öğrencileri olarak yeniden hayata tutunmasında yardımcı oldunuz. O dönemdeki asistan hoca ilişkileri daha mı başkaydı?
Bazı hocalarımız öğrencilerini gelecekteki meslektaşları olarak görürlerdi. Onların sevgisini hissederdik. Biz hocanın çocukları gibiydik. Eşinin rahatsızlığı özel bir dönemdi. Hoca eşine çok düşkündü. Vefat edince gerçekten yıkılmıştı. Eşi çok hoş, çok cazip, çok canlı bir hanımdı. Sinemaya giderdi, tiyatroya giderdi. Eşi vefat ettikten sonra hoca bazı şeylerin dışında kaldı. Biz daha sonra tiyatroya muntazaman beraber gittik. İstanbul Festivali başladıktan sonra bizi de götürürdü. Sonra seminer konusu olarak bunları derste işlerdik.
Öğrencileriniz sizden de çok çekinirmiş ama çok da severlermiş. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Bilmiyorum bu herhalde mizaçla ilgili. Ben bütün ömrümce en yakınlarıma bile biraz mesafeli oldum. Sanırım öğrenciyi bu mesafe biraz uzak tutuyor. Ama öğrenci bizim yarınımızdır. Dört - beş sene sonra bu öğrenci meslektaşım olacak. Ben onu nasıl küçük görebilirim?
Halide Edib hakkında uzun dönem çalıştınız. Sizi en çok hangi yanı etkiledi?
Müthiş bir kadın. O kadar düşmanla çevrili bir muhit ki! Kadını, erkeği neredeyse onu lime lime etmek istiyor çeşitli devrelerinde. Halide Edib onlara hiç aldırmıyor. Bağımsız tavrı Fikret'in tavrına da benziyor. Bir noktaya geliyor ki insan, “ne yaparsan yap” diyor. O kadar sert olmak zorunda kalıyor. Eserleri devri için çok üstün şeyler ve kendisini kabul ettiriyor. Başlangıçta Yakup Kadri, onun dilini kusurlu bulurken sonra bir yüceltmeye giriyor 'telkîni dil' diyor. Nereden nereye geliyoruz.
O dönem kadının kendisinin kabul ettirmesi zor değil mi?
Öncesi var ama. Fatma Aliye Hanım, Hanımlara Mahsus Gazete'de yazıları çıkmış kadınlar var. Bunun için Halide Edib bir anlamda onların devamı, en parlak şekilde ortaya çıkması. Ondan sonra da sayı artıyor. Kolay değil kendisini kabul ettirmek fakat Halide Edib'in şansı vardı, Fatma Aliye Hanım'ın yoktu. Fatma Aliye Hanım'ı babası yetiştiriyor fakat annesinin teşviki yok, eşinin baltalaması var. Halide Edib'de eşinin desteği var. Devrin en önemli insanlarından özel dersler alıyor, onlarla görüşüyor. Öğretmen okulları ve kız mektepleri çok faydalı olmuştur. Oradan mezun olan kızlar ülkenin çehresini değiştirmiştir. Ben hiçbir zaman erkeği ihmal edelim sadece kadına önem verelim demiyorum . İkisinin de eğitime ihtiyacı var. Halide Edib bir örnek oluyor. Milli Mücadele sırasında erlerinin evlerini bilmeyen komutanlara bu evlerde bu erleri bekleyen hasretli eşlerden, kadınlardan, çocuklardan bahsediyor, birden hava değişiyor.
Kadın bakış açısına mı ihtiyaç var o zaman?
Ben her şeyi kadın bakış açısı diye adlandırmaktan biraz rahatsızlık duyan biriyim. Kadın çalışmalarına ilgi duymadım bugüne kadar.
Tanpınar'ın günlüklerini de yayınlamıştınız. Yazarları tanımak bazen daha fazla hayranlık bazen de hayal kırıklığı doğuruyor. Sizce yazarı tanımamak mı iyi, tanımamak mı?
Fuzuli'yi tanısaydık, nasıldı acaba? Yazar da hatıralarıyla yaşamıyor, önemli olan şiirleri. Bu konuyu çok düşündüm. Sanatçılar alelade insanlar gibi değil. Farklı oluşlarıyla, bize getirdikleri eserlerle hayatımıza giriyorlar. Namık Kemal eşine karşı çok vefakar değilmiş. Bana ne! O tarihte binlerce çok mazbut insan vardı. Ailelerine bıraktıkları hatıralardan başka ne kaldı onlardan bize. Ama bir de Namık Kemal'in eserleri olmasa, vatan kavramı üzerinde bugünkü gibi mi düşünürdük? Her şeyimizi etkilemiş bir şahıs. Ama biyografinin muhakkak ki bilinmesine ihtiyaç var. Özellikle roman yazarlarında.
Siz hep edebiyat üzerine çalıştınız. Kendinizin edebi metin olarak yazdığınız bir şey var mı?
Orada büyük bir hata yapılıyor. Birçok meslektaşımız aynı zamanda sanat dallarıyla uğraşıyor. Bazı gençleri uyardığımda “Efendim Tanpınar da öyleydi” diyorlar. Herkes kendini bir Tanpınar görü-yor. Edebiyat bilimi başlı başına bir alan, onunla uğraşıyorum. Ben sanatçı değilim. Sanatçı yaratıcıdır. Bu kadar güzel şiirleri gördükten sonra şair olmaya nasıl kalkarım.
Hangi edebi tür son yıllarda öne çıktı?
Günümüz edebiyatını takip edebildiğim kadar edi-yorum. Çok kitap çıkıyor. Bir kere herkes şair olmakta devam ediyor. Onda hiçbir tereddüdümüz yok ama şiir ne kadar etkili oluyor bilemiyorum
Şiir öldü gibi yorumlar var?
O her nesilde olur. Şiir ölür, tiyatro ölür, sinema ölür... ama ne hikmetse bunlar yeniden diriliyor. Şiir şüphesiz ki devam ediyor ama bir zamanlar Yahya Kemal'in bir mısraı aylarca bahsedilen bir olay olurmuş. Bugün öyleleri var mı? Şahsen benim ağzımda gezen bir mısra yok. İsmet Özel'in şiirine çılgınca bir hayranlığım yok ama Bir Yusuf Masalı'nı okuduğumda çok etkilendim. Çünkü gerçekten sıradan bir insanın macerasıyla Yusuf kıssasını o kadar güzel işlemiş ki! Ama bir mısraı aklımda değil. Bu bir hikaye de olabilirdi. Benim şiir konusundaki düşüncem mi farklı, yeterince takip mi edemiyorum? Bilemiyorum. Herkesi toplayan bir şiir yok.
Peki roman?
Roman okunması ve anlaşılması çok güçleşen bir tür haline geldi. Post modern romanları okuduğumuzda bir kereyle yetinemiyoruz. İkinci bir defa okumak ihtiyacı hissediyoruz ilgimizi çektiyse.
Peki bu olumlu bir şey mi?
Eğer bir sanat eseriyse roman, ki bence öyle, birazcık okuyucusundan da çaba istemeli. Ama okuyucu mu tembelleşti, yoksa alıştığı türde mi eserler görmek istiyor, o yüzden bu tip yazarların okuyucusu az oluyor. İhsan Oktay Anar günümüzün en dikkate değer romancılarından birisi. Ben onun romanlarının büyük bir kısmıyla büyülendim. Mesela “Amat”. Yepyeni bir dil kuruyor. Ama dili çok iyi bilmiyorsanız tadına varamıyorsunuz. Ters yüz etmiş her şeyi. Bir de dikkatli bir okuyucu olmanız gerek. Çünkü yazar ipuçlarını en başta veri-yor. Amat'ı büyülenmiş gibi okudum. Suskunlar beni çok etkiledi. Hâlâ İstanbul'a bakarken bazı şeyleri farklı görüyorum.
Romanların reklam ve PR çalışmalarıyla sunulması söz konusu. Bu doğru bir yöntem mi?
Bu durum şiddetle bir edebiyat sosyolojisine ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Kitap nasıl pazarlanıyor? Pazarlanan kitabın ömrü ne kadar? Kendi kendisini pazarlayan kitabın ömrü ne kadar? Bunlar üzerinde durmak lazım. Ömer Seyfettin 36 yaşında ölmesine rağmen yazdıkları bugün bile okunuyor. Okunduğu için yayınevleri tekrar tekrar basıyor. Bir de pazarlananlar var. Büyük olay diye sunuluyor sonra unutuluyor.
Yeni Türk Edebiyatı Profesörü İnci Enginün, Prof. Mehmet Kaplan'ın öğrencisi olması ve çalışmalarını devam ettirmesi nedeniyle “Kaplan ekolü”nden kabul ediliyor. Hayatını Türk Edebiyatı'na adayan ve Kaplan'ın deyimiyle bir yaşam tarzı haline getiren Enginün, kaynak eser niteliği taşıyan çalışmalar yapıyor. Edebiyat tarihimizi ele aldığı Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat'tan Cumhuriyet'e ve Yeni Türk Edebiyatı Metinleri onun kapsamlı ve hacimli çalışmalarından sadece ikisi. Uzun yıllar emek vererek hazırladığı bu kitaplar meslektaşlarına ve edebiyat öğrencilerine ondan bir hediye. Huzurlu bir atmosferi olan evinde görüştüğümüz Enginün, tüm samimiyeti ve zerafetiyle sorularımı cevapladı. Günümüz şiirine biraz sitemkarken romandan daha memnundu. Televizyonu ise telaffuz hataları nedeniyle hemen hemen hiç seyredemediğini söyledi.
“Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat'tan Cumhuriyet'e” kitabıyla edebiyat tarihimizi yazmış oldunuz. Kollarınızı sıvamaya nasıl karar verdiniz?
Tanpınar'ın edebiyat tarihini okutuyordu Kaplan Bey bize. Öğrenciler bunu anlayamıyorlardı. Antolojiler o vesileyle doğdu. Tanpınar'ın edebiyat tarihi de yarım kalmış. Bunu Kaplan Hoca'yla çok konuşmuştuk. “Siz bir edebiyat tarihi yazın” dedim. O da “Beraber yazalım” dedi. Fakat ömrü vefa etmedi. Arkasından yükümüz çok arttı dersler ve idari faaliyetlerle. O kafamda bir proje olarak kaldı. Fakat açık söyleyeyim çok zahmetli bir işmiş. Akıl kârı değil. Edebiyat tarihi ismini kullanmak istemedim. Çünkü tarih kelimesinin kullandığınızda tarihi zemin üzerine biraz daha fazla açıklama yapmak gerekiyor. Ben böyle bir şeye girişseydim hem kitabın hacmi çok fazla artacaktı hem de o kadar çok malzeme vardı ki onları derleyip toparlarken bazı şeyleri kaçırmaktan korktum. Metne yöneldim. Bir taraftan tarihi edebiyat metodunu kısmen kullandım, okumadığım metinlerden çok az bahsettim. Alıntılar da yaptım. Sadece yazılması altı yıl sürdü.
Emekliliğe ayrılınca daha fazla mı çalışmış oldunuz?
Ben başka ne yapacağımı bilmiyorum. Belki de en doğru ifade bu. Kaplan Bey'in söylediği doğruymuş. Bu sadece geçim sağlayan bir meslek değil, bir yaşama şekli. Bazı meslektaşlarımın da uyarısı oldu, “Anadolu'daki öğrencilerin de ihtiyacı var” diye. Bu nedenle biraz da onu görev saydım. Tabii ne kadar okutuluyor bilmiyorum.
Yeni Türk Edebiyatı Metinleri nasıl bir boşluğu doldurdu?
Son üç-dört yılımızı Zeynep (Kerman) Hanım'la antoloji hazırlamakla geçirdik. Yeni Türk Edebiyatı Metinleri. Bu kitapta da antoloji demedik, metin ifadesini kullandık. Onlar da Yeni Türk Edebiyatı'nı anlamaya yönelik metinler. Oradaki metinlerin hepsini de kaynaklarından aldık. Beş ciltlik, 3000 küsür sayfalık bir şey oldu. Böylece nice unutulduğunu sandığımız gazeteler, dergiler, yazarlar, sadece bugünün meselesi olduğunu sandığımız nice konular orada görünebilir hale geldi. Kitap Nisan sonunda çıktı. Meslektaşlarımızın rahatlıkla yararlandıkları bir eser olacak. Tepkileri merak ediyorum doğrusu.
Hocanız Mehmet Kaplan için bir armağan kitap hazırlamıştınız. Sizin için de bir kitap hazırlandı neler hissettiniz?
Biz Kaplan Bey için yaptığımızda pek yaygın değildi. Hoca çok duygulanmıştı. “Kendimi çocuklarımla bir evde gibi hissediyorum okurken” demişti. Ben de “Amma kalabalık bir aileniz varmış” dedim. Benim için böyle bir kitap çıktığında çok duygulandım. Bir kere öğrencilerimin beni nasıl gördüklerini gördüm. Nelerimle etkilemişim onları. Çok hoş bir duygu. Sonra bir ikinci kitap çıktı. Ona bazı yazılar da eklenmişti. İkisi de Ezel Erverdi'nin fikridir. Çok duygulandım. İnsanda bir şeyler yapmışım vehmi uyanıyor. Hocalığımla ilgili içim çok rahat ama bir de kendi kitaplarım var. Bunlar nasıl değerlendiriliyor. Hem şahsımla ilgili teveccühleri hem de kitaplarımı değerlendirdikleri için öğrencilerime büyük bir borç duyuyorum sanki.
Hayatınızı edebiyata adadınız. Geri dönüp baktığınızda keşke başka alanda çalışsaydım diyor musunuz hiç?
Benim bir tarafım da çok isyankar olduğu için “Acaba gazetecilik mi yapsaydım” diye düşündüğüm oldu ama bana göre bir meslek değildi. Ben bu mesleği çok erken seçtim ve her anını severek yaptım. Pişmanlık duyduğum anlar oldu, çok zor günler geçirdim üniversitede ama mesleğimi sevdim. Arada arkeolog olsaydım dediğim, müzelere gittikçe ah keşke bunlarla uğraşsaydım dediğim oldu. Ama büyük keşkelerim yok anlık keşkelerim var. Pişmanlık duysaydım bırakabilirdim.
Edebiyatla ilk nasıl haşır neşir oldunuz?
Hakim bir baba ile hukuk fakültesini eşinin Viranşehir'e tayini ile bırakan bir annenin kızıyım. 1940 yılında doğdum. Evde babaannem vardı. Ailelerimizde büyüklerin yeri ve önemi neydi bunu hep unutuyoruz. Halbuki büyükanne veya büyükbabayla çocuklar çok iyi anlaşır. Çünkü ortak merakları tekrardır. Çocuk bin kere sorar. Annesi illallah der. Ama babaanneye bin kere sorsa, o bin kere anlatır. Babaannem de bize bir sürü masal anlatırdı ve bir de çektiklerini anlatırdı.
Neler anlatırdı?
Rumeli'den babaannem 40 günlükken çıkmış. Ardından Balkan Savaşı, ardından Çanakkale gelmiş. Dedem orada kalmış. İki çocuklu genç bir dul için herhalde işgal altındaki Bursa'nın ne kadar rahatsız bir yer olduğunu tasavvur edersiniz. Çok zor günler geçirmişler. Masal gibiydi bizim için.
Bir yerde sözlü edebiyat eğitimi, değil mi?
Tabii her konuşma sözlü edebiyatın bir parçası. Babaannem Yunanların esir edildikten sonra, süklüm püklüm caddeden geçirilişini anlatırken ağlardı. Masalların dünyasına alışkın ben suçluların cezalandırılmasını beklerdim, “Babaanne onlar kötülük yapmış niye ağlıyorsun” derdim. “Onlar da insan evladı” derdi. Ben bunu hiç unutmadım ama anlamını ancak üniversiteye gelip Yunus'u okuyunca idrak ettim. Biriktiriyoruz. Biriktiriyoruz. Ama bunları yıllar sonra kullanabilmeyi öğreniyoruz. Rahmetli babaannem bir sürü masallar da anlatırdı. Onların da Menakıpnamelerden kopmuş parçalar olduğunu sanıyorum.
Peki ya anne babanız?
Babam da eğitimime çok ilgi gösterdi. Okula başladıktan sonra babam her gece bana gazetelerin başmakalelerini okuturdu. Nefret ediyordum o okumalardan çünkü o kelimelerin hiç birine dilim dönmüyordu, hiçbirini de anlamıyordum. Babam ne kadar sabırlı bir öğretmenmiş ki her kelimemi düzeltirdi. O yüzden ben şimdi katiyen televizyon seyredemiyorum. “Kâbil-i temyiz”i, “kabili temyiz” diye okumuyorlar mı hafakanlar basıyor. Bırakıyorum o anda. Bu kadar sık bırakınca da seyretmemek en iyisi oluyor. Günümüzde biz yeniden sözlü kültüre döndük.
Üniversite tercihiniz bilinçli bir seçim miydi?
Sadece sevdiğini yapmaktan hoşlanan isyankar bir çocuktum. Edebiyattan başka bir şeye de ilgi duymuyordum. Edebiyat, sanat tarihi, biraz tarih. Lisede Türk Edebiyatı okumak istediğimi anladım. Bize o zaman Chaucer'in metinlerini okutuyorlardı. Kısa metinlerdi ama zordu. Niye bunu okuyorum da Nef'i okumuyorum derdim. Tabii Nef'i'nin de okunmaz bir adam olduğunu ama okunması gerektiğini sonradan öğrendim.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı'nda kimlerden ders alma imkanınız oldu?
İstanbul Üniversitesi'nin parlak dönemiydi. Reşit Rahmeti Arat, Ali Nihat Tarlan, Mecdut Mansuroğlu, Tanpınar, Mehmet Kaplan, Ali Karamanlıoğlu, Muharrem Ergin, Ahmet Caferoğlu vardı. Bunlar büyük hocalardı. Caferoğlu ve Arat'ın telaffuzlarını çok yadırgadık ama sonra anladık ve alıştık. Bütün bu hocaların üzerimizde çok olumlu etkisi oldu. Bütün saydığım hocaların ortak tavrı öğrencilerini severlerdi ve öğrencilerinin şahsiyetini zedelemeden öğretmek isterlerdi.
Parlak bir öğrenciymişsiniz...
Ben dediğim gibi, sadece sevdiğim şeyleri yaptım. Öteki derslerden sadece geçecek notu hedeflerdim. Açıkçası tembel bir öğrenci de değildim. Üniversitede derslerin hepsini seviyordum. Öğrenci azdı, herkes istediği derse girerdi. Bir de öğretmenlerimizin özel seminerleri vardı. Ali Nihad Bey'le ölümüne kadar evine de giderek çalıştım. Kitaplarının tenkitli basımlarını hazırlıyordu.