Tanıdığım Rasim Ağabey

Rasim Özdenören ile kendisiyle ilgili hazırladığı yüksek lisans tezi döneminde tanışan ve bu tanışıklığı dostluğa taşıyan M. Nezir Eryarsoy, “bir söz ustasıydı” diye tarif ettiği yazarı şöyle anlatıyor: “Edebi kişiliğinin yanı sıra benim için o, bir ağabeydi. Aslında Rasim Özdenören, onu tanıyan herkesin ağabeyi idi.”

Rasim Özdenören

M. NEZİR ERYARSOYHepimiz sınırlı dünya zamanında güzel insanlarla tanışıp sonra da bu insanlara veda etmek durumunda kalabiliyoruz. Zira ölümden kaçış yok. Rasim Özdenören, işte o tanıdığım güzel insanlardan biriydi. Yaşadığım kıvançların en önemlilerinde hep o vardı. Ne mutlu ki, 2008 yılında kendisiyle ilgili bir yüksek lisans tezi hazırlamak nasip oldu bana. Bu vesileyle 2006 yılından itibaren İstanbul’daki tüm söyleşilerinde kendisine eşlik etme; kendisini karşılama, uğurlama ve gece yarılarına kadar kendisiyle sohbet etme şansına nail oldum.

Bugün artık aramızda olmayan, eserleriyle Türk edebiyatında daha yaşarken iz bırakan bu değerli yazarın edebi yönünü anlatmayı başkalarına bırakarak bu yazıda ben, tanıdığım Rasim Özdenören’i anlatmak, onun insan yönünün altını çizmek istiyorum.

Elbette o, bir anlatı ustasıydı. Dünya romanında Dostoyevski (en favori yazarlarından birisidir) ne ise Türk öykücülüğünde de Özdenören odur. Fransa için denemede Montaigne ne ifade ediyorsa Özdenören de Türk edebiyatı için onu ifade etmektedir. Ama bu edebi kişiliğinin yanı sıra benim için o, bir ağabeydi. Aslında Rasim Özdenören, onu tanıyan herkesin ağabeyi idi. Çünkü onun yaptıklarında, yazdıklarında ve yaşadıklarında her zaman bir ağırlık, bir sorumluluk , bir sıcaklık, bir ölçü, bir yakınlık ve bir samimiyet vardı.

TEPEDEN ASLA BAKMAYAN BİR YAZAR

Hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki, onun dikkat çeken ilk hususiyetlerden birisi mütevazılığıydı. Birçok yazar, şair ve sanatçıyla tanışma imkânım oldu ancak onun kadar önemli bir yazar olup da okurlarıyla diyaloga açık, onları dinlemeyi seven, onlara saygı duyan, tepeden bakmayan pek az edebi şahsiyetle karşılaştım.

Özdenören’de hayran olduğum diğer bir hususiyet de onun zekâsı ve hafızasıydı. Bunu bir anekdotla anlatmak istiyorum: Biliyorsunuz, kendisi iki yıla yakın bir süre yüksek lisans yapmak üzere Amerika’da bulundu. İşte bu yüksek lisans için başvurusunu yaptığı sırada, kontenjanın sınırlı olmasından dolayı, başvuru yapan kişiler bir mülakata tabi tutulur. O güne kadar İngilizceden iki kitap tercüme etmiş olan Özdenören için bu imtihan çok enteresan olur. Zira başvuru formunda İngilizceyi okuyamadığını, konuşamadığını, konuşulanı anlamadığını, buna karşılık mükemmel çeviri yapabileceğini belirtir. Başvuru formunu gören komisyon üyeleri buna çok şaşırır. Böyle bir şeyle daha önce hiç karşılaşmamışlardır. Komisyon başkanı yanındakilere, “Enteresan bir vakayla karşı karşıyayız.” der. Sınav komisyonu, Özdenören’le mülakat sırasında hakikaten de onun başvuru formunda belirttiklerinin doğru olduğunu hayretle görür. İngilizceyi konuşamayan, okuyamayan, konuşulanı anlamayan; tabiri caizse “tarzanca” konuşan biri, mükemmel derecede tercüme yapmaktadır. Evet, Özdenören, İngilizce bir kelimeyi yazıldığı gibi okumakta, yani doğru şekilde telaffuz edememekte ancak aynı kelimenin sözlükteki her anlamını söyleyebilmektedir. Tabii komisyon, Özdenören’in İngilizce bir sözlüğü “M” harfine kadar ezberlemiş olduğunu bilmemektedir.

BİR DEVRİN KARA KUTUSU

Burada Özdenören’in sözlük ezberleyecek kadar güçlü hafızasından söz etmişken şunu da ifade etmek gerekir ki; Yedi Güzel Adam’ı, yani Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Alaeddin Özdenören, Erdem Bayazıt,Cahit Zarifoğlu ve Akif İnan’ı Rasim Özdenören’den dinlemeden tanımak veya yazmaya çalışmak bir eksiklik oluşturacaktır. Özellikle olayları yer, zaman, kişi ve tarihleriyle yazmak için Özdenören’in hafızası sağlam bir kaynak teşkil etmektedir. Bu nedenle İstanbul ekibi olarak ben ve Muharrem Dinleyici, üstada “bir devrin kara kutusu” demekteydik.

Özdenören, aynı zamanda kadirşinas, hatırşinas ve kaprissiz biriydi. Kendisiyle yaptığımız sohbetlerde, bir konuda bazen, misal, ağabey şöyle şöyle olsa dediğimizde, sağ olsun bizi kırmaz, olabilir derdi, ancak hemen arkasından onu öyle yaparsak falan kişi üzebilir veya kırabilir der ve belki de iki tarafın da kırılmasına mani olmuş olurdu. Arkadaşları için gerçek bir arkadaş, gerçek bir dosttu. 1975’te Nuri Pakdil ile çıkardıkları Edebiyat dergisinde editöryal bazı sıkıntılar nedeniyle çeşitli problemler yaşandığında bunların çözümü için tek bir yol görünmektedir; o da derginin yazı işleri müdürlüğüne Rasim Özdenören’in geçmesi. Ancak bu durumda Özdenören’in memuriyetten istifa etmesi gerekmektedir. Özdenören, Akif İnan ile yaptığı görüşmenin neticesinde, dergiden herhangi bir gelir sağlama ümidi olmamasına rağmen yapılan teklifi onaylayarak istifa etmeyi kabul eder. Haliyle böyle bir insanın tahmin edileceği gibi para pulla da bir işi olmayacaktır. Hatta şunu söylemeliyim ki üstadın anlamadığı tek şey belki de paradır. O, DPT’de müsteşarlık yapmış, bu görevini en zor zamanlarda devletin, milletin menfaatlerini gözeterek hakkıyla yerine getirmişken, kendi menfaatlerini hep yok saymıştır.

Son olarak şunu arz etmek isterim: Rasim Ağabey, şartlara, dönemlere ve iktidarlara göre değişmeyen yaşamı ve fikirleriyle hep İslam’ın istikametinde yürüdü ve referanslarını daima oradan aldı. Arif Ay ‘ın dediği gibi “Onun yazılarına pusula koyarsanız, hep kıbleyi gösterdiğini görürsünüz.” Otuz- kırk yıl önce fikir olarak ne söylemişse esas olarak aynı şeyleri söyleyip yazmaya devam etmek, günümüzde çok da kolay olmasa gerekir. Ama tüm bunlara rağmen Rasim Özdenören, yenilikçidir aynı zamanda; öyküde devamlı bir arayış içinde olmuş, teknik olarak bazı imkânsızlıklarla uğraşmaktan da kaçınmamıştır.

Rasim Özdenören gibi kişiliğinden, inançlarından ve ideallerinden taviz vermemiş, Türk edebiyatında eserleri ile iz bırakmış, genç yazarlara yol açmış bir koca çınarı kaybettik sevgili okurlar. Üzüntümüz büyük. Ama şu da bir gerçek ki, Rasim ağabey gibi dev çınarlar, gölge vermeye öldükten sonra dahi devam ederler.