BURCU SAĞLAM
İstanbul Şehir Üniversitesi’nde yüksek lisansa başladığım yıl, Şerif Mardin de orada lisansüstü dersler vermeye başlamıştı. Lisans yıllarında merkez-çevre ilişkileri makalesini ve iki kitabını okumuştum, hem öncü çalışmaları dolayısıyla hayrandım, hem de kendisini ideolojik olarak zihnimdeki kategorilerde konumlandıramıyor olmanın etkisiyle merak ediyordum. Yazdıklarıyla beni en çok heyecanlandırmış birkaç akademisyenden biriydi, yüzyüze ders yapabilecek olmak büyük lütuftu.
“BENİM KIRMIZI ÇİÇEĞİM”
İlk derse şöyle bir konuşmayla başladı: “Bir gün ormanda yürüyorken kırmızı bir çiçek gördüm. Çok güzel bir çiçekti. Benim kırmızı çiçeğim! …Sonra onun isminin ‘Hypericum capitatum var capitatum 21X’ olduğunu öğrendim. Benim güzel çiçeğime bilimadamları bu ismi vermişler! ...”
Güzel kırmızı kantaron çiçeğinin tasvirleri, bilimsel söylemin onu nasıl kendince bir yere yerleştirdiği ve bunun yarattığı hayal kırıklığı... Hikayeye göre, Şerif Hoca’nın hayran kaldığı kırmızı kantaron çiçeği koca bir paradigmanın ufak ve sıradan bir unsuru haline gelmişti, bu onu şaşırtmış ve incitmişti. Onun güzel çiçeği kategorize edilmişti, sıradanlaştırılmıştı, artık onun güzel kırmızı çiçeği değildi. Ve biz böylece “paradigma” kavramına dokunaklı bir giriş yapmıştık.
TÜRKİYE’Yİ ANLAMAK İÇİN: HEM OSMANLI, HEM AVRUPA
Üzerinden iki yıl geçmiş olmasına karşın, “Avrupa’da Aydınlanma ve Modernite” başlıklı dersteki birçok şey zihnimde taze. Aristoktasi, soyluluk, sınıf, kritik, milliyetçilik, muhafazakarlık, romantizm, pozitivizm… Şarlman, d’Alembert, Herder, Comte… Dönem boyunca Avrupa’yı ne kadar tanımadığımı anlamıştım. Sosyolojinin temelini teşkil eden modernitenin tarihinden, pek çok kavramın kökeninden ve birbirleri arasındaki nüanslardan habersiz modernite hakkında konuşup duruyormuşuz. Şerif Hoca bütün bu eksiklerimizin farkındaydı, modernitenin nüanslarına hakimdi, Osmanlı tecrübesiyle de karşılaştırmalı olarak kavramları ve tartışmaları anlatmaya çalışıyordu. Ona göre, Türkiye’yi anlamak için Avrupa tecrübesini de öğrenmeliydik, Osmanlı tasavvufunu da. Birkaç kez “William Chittick’in (tasavvuf araştırmacısı) kitaplarını bence okumalısınız” dediğini hatırlıyorum.
Kendisini yormamak için evinde ders yapıyorduk. Derslere düzenli olarak Nurullah Ardıç, çoğu zaman da Engin Akarlı eşlik ediyorlardı. Üç harika hocanın arasında derslere hem heyecanlı hem de gergin başladık. Şerif Mardin’in karşısına mümkün olduğunca hazırlıklı çıkmak istediğimizden her hafta dersten önce buluşup okumaları tartışıyorduk. Hoca hep bizden daha hazırlıklıydı, bizden daha çok çalışıyordu, okuduğumuz metinlerde satıraralarından bulup çıkardığı meselelerle bizi şaşırtmayı hep başarıyordu. Masasında okumakta olduğu kitaplar, kapının yanında yeni satın alınmış kitaplar... Şerif Hoca dikkatle bütün hazırlıklarını yapmış, metinleri tekrar okumuş, giyinmiş hazırlanmış bizi bekliyor, zor hareket etmesine rağmen geldiğimizde ayakta karşılamaya özen gösteriyordu. Molalarda ikramlar hiç eksik olmuyordu. Sunumlarımızı dikkatle dinleyip, eksik kaldığımız noktaları nazikçe göstermeye çalışıyordu. Kalan ömrümde hocadan daha nazik, daha zarif, daha mütevazı kaç kişi görebilirim, bilmiyorum.
ŞERİF HOCA İLE SON DERS: BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ
Şerif Hoca ile Said Nursî kitabı üzerine ayrıca bir ders yapmıştık. Dersin başında yapılacak sunumun “ihâlesi” bana kalmıştı. Hocanın karşısında kendi kitabı hakkında sunum yapmak hayatımın en gergin anlarından biriydi, fakat hoca her zamanki nezaketiyle takip ederek, arada tepkiler vererek beni epey rahatlatmıştı. Sunum bitince kendi kitabını eleştirmeye başladı. Said Nursi’yi yeterince iyi anlayamadığını düşünüyordu ve buna üzülüyordu. Halbuki o kitabı yazabilmek için Nurcularla vakit geçirdiğini, dersler aldığını işitmiştim. “Daha antropolojik bir iş çıkarmak, derinine inmek lazımdı, bugün bakınca çok eksik görüyorum” dedi. Türkiye’de kendi yazdığı kitap için böyle konuşacak çok fazla akademisyen olduğunu zannetmiyorum. Kendisinin ilimdeki samimiyetini ve ahlakını net bir şekilde ortaya koyan, kendisine duyduğum saygıyı en üst noktaya çıkaran bir konuşmaydı. Hocayı kategorize etmeyi başarmıştım: hakikati arayan, nadir bulunan bir entelektüel. Son olarak “Ben artık yaşlı bir adamım, ömrümün sonuna geldim, bu kadarını yapabildim, umarım sizler daha iyisini yapabilirsiniz” demişti. Sesinde yaşının ve rahatsızlıkların verdiği fiziksel zorluklara hapsolmanın üzüntüsü vardı. Halbuki daha yapmak istediği, merak ettiği çok fazla şey vardı. En azından okumalarını yapabiliyor ve ders verebiliyor olmaktan ötürü gayet mutlu görünüyordu. Verdiği derslerin onu dinçleştirdiğini hissediyorduk.
Vefat haberini aldığımda çok nadir yetişecek bir entelektüeli, öyle nazik ve mütevazı bir insanı kaybetmenin üzüntüsüyle saatlerce kendime gelemedim. Ertesi gün cenazede karşılaştığımız Belgin Tekçe de birkaç ay evvel ziyarete gittiğinde Şerif Hoca’yı önünde kitaplar açık vaziyette, heyecanla derste konuşacağı şeyleri planlarken gördüğünü, ders vermenin onu hayata bağladığını söyledi. Belgin Hoca, Şerif Hoca’nın ilk öğrencilerindendi, biz de son öğrencilerindendik. ABD ve İngiltere’de, Ankara’da, Boğaziçi’nde, Sabancı’da, Şehir’de yetmiş yıl ders vermiş, çok öğrenci yetiştirmişti. Tam anlamıyla “hocaların hocası”ydı. Türk modernleşmesi ve Türkiye’de din olgusu üzerine çalışan herkes, onun öncü çalışmalarıyla açılan yolda eserler ortaya koymuştu, ve belli ki koymaya da devam edecekti.
Tüm yakınlarına, ve sosyal bilimler camiasına baş sağlığı dilerim.