Yoğun kar yağışı sebebiyle ertelediğimiz buluşmamızı bu kez acı bir haberin ertesinde yapıyoruz Prof. Dr. Fatma Çiçek Derman’la. Evine gitmek için bindiğim metroda bir yandan depremin üzücü haberlerini okuyorum. İneceğim durağa gelip de yeryüzüne çıktığımda ise aydınlık, güzel bir hava ile karşılaşıyorum. Bu yer sanki İstanbul’a ait değil. Bulunduğum yerde gür ağaçlı bahçelerin içerisinde az katlı binalar varken, karşı tepede huzurla uzanmış bir mezarlık gözüküyor. Derken Derman Ailesi’nin evine varıyorum. Çiçek Derman beni evlerinin kapısında karşılıyor. Henüz iki ay öncesinde Şiir ve Edebiyat Günleri için Kahramanmaraş’talarmış. Hem Maraş’a hem de gençlerle, hocalarla geçirdikleri o dört güne bayılmış. Deprem haberi ise kendisini çok sarsmış. “O ekranlar beni günlerce uyutmadı. Tok yatağa girmekten hicap duydum. Sıcak evde oturmaktan utandım” diyor Derman ve ekliyor: “Bu feci bir şey. Ama inşallah uyanırız. Bizim konumuz sanat, şimdi sanatı konuşalım…”
Müslüman çocuk dinini öğrenmeli
Babası asker veya memur her ailenin yolu bir müddet Ankara’ya düşer. Ayan Ailesi de Cumhurbaşkanlığı Muhafız Kıtası’nda Yüksek Levazım Subayı olan babanın sebebiyle bir müddet Ankara’da yaşamış. Çankaya’nın Kavaklıdere semtinde oturan ailenin ikinci çocuğu aynı zamanda ikinci kızı olan Çiçek Ayan da burada dünyaya gelmiş. 1951 yılında babası yarbaylıktan emekli olmuş ve “Çocuklarımın tahsil hayatı bölünmesin” düşüncesiyle İstanbul’a gelerek Soğanağa Mahallesi’ne yerleşmişler. “Soğanağa Mahallesi İstanbul’un göbeğindeydi. Biz de Ab-ı Hayat Sokak’ta oturuyorduk. Anneannem oraya gelin gelmiş. Deniz gözükürdü öyle güzel, nezih bir yerdi ki. Şimdi gitmek istemiyorum o mahalleye hayalimdeki güzel intibaları kaybetmemek için” diyerek anlatıyor Derman o günlerini. 5-6 yaşlarında Vezneciler İlkokulu’na başlamış. Yürüme mesafesindeki okula her sabah ablası ile birlikte el ele tutuşarak gider, onları tanıyan trafik polisi bir amca biraz geç kalsalar, “Nerede kaldınız, hadi hadi” diyerek trafiği durdurur, kardeşleri okula gönderirmiş. İlkokul öğretmeni Zeki Ömer Defne’nin hanımı Zehra Defne imiş. Zehra Defne, “Müslüman çocuk dinini öğrenmeli” diyerek din derslerinde öğrencilerinden seccadelerini, başörtülerini, tesbihlerini paketleyip okula getirmelerini istermiş. “Seccade nasıl serilir, namaza nasıl niyet edilir, nasıl kılınır” tüm bunları öğrencilerine gösterirmiş. Derman, evinde daima namaz kılındığı halde bunları bir hocanın öğretmesinin çok değerli olduğunu söylüyor. Liseyi yine evine yürüme mesafesindeki İstanbul Kız Lisesi’nde okumuş. Edebiyat kolunda oldukça parlak bir öğrenciymiş. 1962’de mezun olurken de hedefi eczacılık veya botanikmiş. Ancak o sene üniversiteyi kazanamayarak tahsil hayatında ilk kez başarısızlıkla karşılaşmış. Şimdi geçmişe dönüp baktığında o yıkınm sandığı günleri “Meğer Rabbim bana ne güzel kapılar açıyormuş” diyerek hatırlıyor.
O günlerde Fen Fakültesi’nde okuyan ve tezhip ile uğraşan ablası, Derman’ı, İstanbul Üniversitesi Merkez Bina’da bulunan Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver Hoca’nın atölye derslerine götürmüş. Derman’ın atölyeye başladığı tarihlerde hocanın asistanı işinden ayrılmış. “Hocam, ‘Benimle çalışmak ister misin kızım?’ diye bana teklifte bulundu ama sekreterlik nasıl olur. Yapabilir miyim diye korkuyorum. Hocam, ‘Yaparsın, yaparsın’ deyince kabul ettim” diyen Derman tam 22 ay boyunca Süheyl Hoca’yla birlikte çalışmış.
22 ayda 22 yıllık eğitim
Çiçek Derman, Süheyl Ünver’in asistanlığını yaptığı o 22 ayı gözleri parlayarak, Süheyl Hoca’sını minnetle anarak anlatıyor. Gerek Ünver’in kişiliğinden, hocalığından gerekse gelen misafirlerden ve yapılan sohbet toplantılarından 22 ay değil, belki 22 senelik bir eğitimden geçtiğini söylüyor. İşlerini erken bitirdikleri günlerde, “Hadi kızım, dosyanı al, seninle kaçalım” der soluğu Süleymaniye Kütüphanesi’nde alırlarmış. Kütüphanede herkes Süheyl Hoca’a hürmet ederek bütün istenen eserleri önlerine getirirlermiş. Hocası ile bir-iki saat o tozlu kitapların içerisinde hayranlıkla, mest olarak yazmaları incelerlermiş. Henüz daha 17-18 yaşlarında olan Derman’a “Bak kızım kitap böyle tutulur, kitaba karşı konuşulmaz” gibi kitabı tutmaktan başlayarak, sayfa nasıl açılır, nasıl örnek alınır gibi değerli bilgiler verirmiş. Bazen güzel bir tezhip gördüğünde, “Kızım bütün dikkatinle bak ve o tezhibi oku” dermiş. Derman “Nasıl okuyacağım?” diye düşünürken hocası anlatmaya devam ederek, “Okumak nasıl olur biliyor musun? Nereden başlamış, helezon nasıl dönüyor? Nasıl ayrılıyor? Nasıl boşlukları kapatmış? Nasıl dengeyi sağlamış? Boşluk-doluluk dengesi, motiflerin yerleştirilişi, bunlar okumak işte…” Derman, hocası ile birlikte böyle çok yazma incelemiş ve kendisinden çok şey öğrenerek bilgisini arttırmış. Ertesi sene İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nü ilk sıraya yazan Derman, “Bu sanatı yapıyorum, tarihini de öğrenmeliyim” diyerek büyük bir aşkla kazandığı bölüme başlamış. Hem çalışıp hem okumanın zor olacağı düşüncesiyle Süheyl Hoca’dan müsaade isteyecekmiş. Ünver, “Kızım beni bırakma, ben sana çok alıştım. Ben sana güveniyorum, sen Enstitü’yü de idare eder, tahsilini de yaparsın” deyince hem çalışıp hem okumaya başlamış. Pazar günleri anahtarı alır in cin top oynayan merkez binaya gider, ofise girdikten sonra kapıyı içeriden kilitlermiş. Pazartesi gününe yetişecek evrakları, daktiloda yazılacakları, kaldırılacak dosyaları hazırlar, “Pazartesi ben derste iken Süheyl Hocam hazır bulsun” düşüncesiyle işlerini tamamlar akşamüzeri eve dönermiş. Zaman zaman öğrendiklerini gelir Süheyl Hoca ile paylaşır, “Bak kızım ben sana bir örnek çıkarayım orada bu anlattığını göreceksin” der öğrendiklerini pekiştirirmiş. Prof. Dr. Semavi Eyice, Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Prof. Dr. Nurhan Atasoy gibi çok değerli hocalardan dersler aldığını söyleyen Derman böylece 1964 senesini hem okuyarak hem de çalışarak dolu dolu yaşamış.
Benim çiçek hiç solmayacak
Geçen 22 aylık sürede Süheyl Ünver’i sık sık ziyarete gelen Uğur Derman, bu gelişlerinde o zamanki soy ismi ile Çiçek Ayan’ı görmeye ve kendisine yakınlık hissetmeye başlamış. Hisler karşılıklı, ilgiler benzer olunca yollarını birleştirmeye karar vermişler. Gülerek, “Uğur Bey’in sizi kaçırmasına Süheyl Hoca üzüldü mü peki?” diye soruyorum. Derman, “Bilakis, çok memnun oldu. Bu sanattan kopmayacağıma da çok sevindi” cevabını veriyor. Evlilik kararlarını Süheyl Hoca ile paylaştıklarında hocası “Kızım ben sizin saadetinizin şahidi olmak istiyorum” demiş. Zaten çiftin de düşündüğü isimlerden biri Uğur Bey’in hocası Necmeddin Okyay diğeri de Süheyl Ünver’miş. Nikah günü geldiğinde merasim salonu rengarenk çiçeklerle dolu iken Hocası, Derman’a nikah hediyesini vermiş ve “Bu salondaki çiçeklerin hepsi solacak, ama benimki hiç solmayacak” demiş. Ünver’in hediye ettiği çiçek demeti, aradan geçen 58 yıla rağmen hâlen ilk günkü güzelliğiyle Dermanların evinin duvarını süslüyor ve rahmete vesile oluyor. Evliliğin ardından Uğur Bey’in isteği ile hem tahsil hem de çalışma hayatını bırakan Derman, 1978 yılına kadar ev hanımı olarak evinde sanatını icra etmiş. Çalışma ve tahsil hayatını yarıda bıraksa da Süheyl Hoca ile başladığı tezhip yolculuğuna devam etmiş. Evliliğin hemen akabinde çiftin ilk müjdesi, oğulları Mehmet Selim dünyaya gelmiş. Ev hanımlığına annelik mesaisi de eklenince Süheyl Hoca ile olan derslere ara vermesi gerekmiş. Derman kısa bir süre sonra da ikinci oğlu Ahmet Siret’i kucağına almış. 1971 yılında ise Süheyl Ünver Kubbealtı’nda dersler vermeye başlayınca hocasıyla derslerine geri dönmüş. Tezhipde ikinci hocası ise Muhsin Demironat olmuş. 1974 yılında Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi, İnci Ayan Birol ve Uğur Derman ile Muhsin Hoca’nın evine gitmişler. Ekrem Hakkı Ayverdi kendisine, onları kabul ettiği için teşekkür mahiyetinde bezemesini Muhsin Hoca’nın yaptığı bir hilyeyi hediye etmiş. Cağaloğlu’nda Barın Atölyesi’nin üst katında bir sene kadar ders almışlar. Ancak 1975’te Demironat’ın kalbine pil takılması ve doktor istirahatını tavsiye etmesiyle dersler kesilmiş.
Beylerbeyi'nde başlayan dersler
5 Ocak 1976’da karlı bir kış günü son yolculuğuna uğurlanan Necmeddin Okyay’ın cenazesi Üsküdar Yeni Valide Camii’den kaldırılmış. Eşi ile birlikte çok sevdiği hocasının cenazesine katılan Uğur Derman cenazede “Rikkat Abla” diye seslendiği Rikkat Kunt’u görmüş. Uğur Bey, “Aman Rikkat Abla nedir bu halin, neden çıktın bu soğukta. Sen hemen eve git, biz de Çiçek ile sana başsağlığına geleceğiz” demiş. Derman’ın son hocası Rikkat Kunt’un Beylerbeyi’ndeki evine ilk gidişi böyle olmuş. Ziyaret esnasında Uğur Bey, eşinin de tezhip ile uğraştığını ve çalışmalarını göstermek, fikirlerini almak istediğini söylemiş. Kunt, gelecek pazar günü gelebileceklerini söylemiş. Derman, “Tam bir, Osmanlı hanımefendisi, 200 yıllık Beylerbeyli, Büyük Türk Lugatı’nı yazarı Hüseyin Kazım Kadri Bey’in kızı. Üç lisanı anadil gibi biliyordu” diyerek anlatıyor hocasını. Ertesi hafta dosyasını götürmüş. Bir sonraki hafta yine aynı gün aynı saatte gelmesini söylemiş. Üçüncü haftada ise, “Siz pazartesi sabahı gelin” diyerek yolculamış Derman’ı. Bunun nedeni, onunla hususi olarak ilgilenmeye karar vermesiymiş. Böylece her pazartesi 10.30’da Beylerbeyi’ndeki evde başlayan dersler öğle ezanı okunması ile son bulurmuş.
Verdiği söz neticesinde 1978’e kadar ev hanımı olan Derman, bir yandan çocuklarını yetiştiriyor bir yandan da sanatıyla meşgul oluyormuş. Bu sırada Uğur Bey ile ortak çevresinden hocaları evlerinde ağırlıyor, sohbet toplantılarına ev sahipliği yapıyormuş. Ancak bir yandan okuma aşkı ile girdiği bölümüne dair tüm evraklarını, kütüphane kartlarını dahi saklıyor, “Allah’ım bana bu tahsili bitirmemi nasib et” diye dua ediyormuş.
57 yaşında profesör oldum
1978 senesinde af kararı çıkmış ve Derman okula dönmek için heveslenirken eşi Uğur Bey için Kıbrıs Harekâtı sebebiyle asker celbi gelmiş ve 6 saat içerisinde eczahanesini kapatıp birliğine teslim olmuş. “Nereye gidiyor, ne kadar kalacak? Ben iki çocukluyum… ‘Allah’a ısmarladık’ dedi ve gitti. Ailem geldi yanıma ama ben tahsili düşünecek halde değildim” diyerek anlatıyor o günü Derman. Askerlik bitip de Uğur Bey'in döndüğü günün hemen ertesinde fakülteye gitmiş “Müddet doldu” demişler. Çok büyük bir mazereti olduğu gerekçesiyle rektör ile görüşmek istemiş. Ancak rektör, “Eşiniz askere gitti, siz buradaydınız ve gelebilirdiniz” diyerek talebini geri çevirmiş. “Mahvolmuş bir vaziyette eve döndüm. ‘Allah’ım sen istersen neler olmaz’ dedim ve iki ay sonra yeniden af çıktı” diyor. Koşarak fakülteye gitmiş ve bu kez kaydı yapılmış. Evde iki çocuk ve bir eş olmak üzere üç erkek ile okumaya başlamış. Geceleri herkes uyuduktan sonra oturup ders çalışırmış. Son sene bitirme tezi arifesinde bir müjde ile üçüncü oğlunun haberini almışlar. Bu kez tahsili bitirmesini canı gönülden isteyen anne ve babasının desteğiyle mezuniyet tezini de tamamlamış. 1982 yılında üç oğlu ile beraber üniversiteden mezun olmuş. Mezuniyetin ardından yine müzehhibe ve ev hanımı olduğu günlere geri dönmüş. Çünkü Uğur Bey’in kararı kesinmiş. Ta ki Uğur Bey’e bir telefon gelip de “Geleneksel sanatlar Bölümü kuruyoruz. Acaba hanımınıza üniversitede ders vermeyi teklif etsek kabul eder mi?” sorusu soruluncaya kadar. “Ve aynı Uğur Bey, 'Haydi Çiçeğim' dedi bana. ‘Ben sana hayır desem ve oraya bir bilmeyen gelirse, bu sanatı yalan yanlış öğretirse ben bu vebâli çekemem’ düşüncesi ile beni destekledi” diyerek anlatıyor Derman. Böylece önce yüksek lisans ve sanatta yeterlilik ardından doçentlik ve profesörlüğe kadar ilerlemiş. 40 yaşında başladığı üniversite hayatında 57 yaşında profesör olmuş.
Evimize nur yağdığını hissederdim
Necmeddin Okyay, gülü çok sever, vakti zamanında Toygartepesi’ndeki bahçesinde kırk çeşit gül yetiştirirmiş. Eşinin vefatıyla bu evden ayrılarak bir apartman dairesine taşınmasıyla hep gül hasreti çeker olmuş. Derman çifti de o sıralarda Balmumcu’da gül bahçeli bir evde oturur, mayıs-haziran aylarında güller açılmaya başlayınca Uğur Bey hocası Necmeddin Okyay’ı alıp bir hafta on gün evlerinde misafir ederlermiş. Her gelişinde Necmeddin Hoca’nın gitmek istediği yerler ve ziyaret etmek istediği kişiler olurmuş. Uğur Bey eşliğinde bu görüşmeleri de yaparmış. “Necmeddin Hoca bizde iken Mahir Hoca’ya, Süheyl Hoca’ya haber veririz. Kim hocayı ziyaret etmek istiyorsa bize gelirlerdi. Allahım ne güzel mevzular konuşulur ne güzel dualar edilir, ne güzel sohbetler yapılırdı. Bunu bütün kalbimle söylüyorum, evimize nur yağdığını hissederdim. Hakikaten evin bereketi artar, bolluk olurdu. Böyle insanlara hizmet etmek nasip olduğu için ben de hep şükrederim, hamdolsun bunları yaşadım” sözleriyle büyük bir mutlulukla anlatıyor Derman o günleri.
“Yıl 1969, ilkbahar ayları. Necmeddin Hocamız bize gelecek. Ancak ben ikinci oğlumu bekliyorum ve doğum çok yaklaştı” diyerek anlatıyor Derman. Uğur Bey kendisinin zorlanacağını görünce, “Çiçek, ben Necmeddin Hoca ile konuşayım, doğum sonrasına erteleyelim bu gelişi. Sen bu halde gelenin gidenin hizmetini de yapamazsın” demiş. Ancak Derman içinden söylemesin diye dualar ediyormuş. Akşam olup da Uğur Bey eve geldiğinde, “Söyleyemedim Çiçek, Hocam kendini o kadar hazırlamış ki. Her söze ‘Evlâdım size gelicem geleceğim ya o zaman şuraya gidelim, sizde olacağım ya o zaman şunu yapalım’ diye başladı” deyince Derman şükretmiş ve “Allah bana gücümü kuvvetimi verecek, elimden geldiğince kendisine belli etmeden ağırlayacağız” demiş. Sahiden de bir hafta on gün kuş gibi geçip gitmiş. Necmeddin Hoca’yı uğurladıktan sonra ikinci evlatlarını kucaklarına almışlar. Uğur Bey, ilk iş müjdeyi vermek için hocasının kapısını çalmış. Haberi verir vermez hocanın gözyaşları sakalına düşmeye başlamış ve şöyle söylemiş: “Sen şimdi eve gidince kızıma söyle, bana hakkını helâl etsin. Ben bilsem gelir miydim? İki canıyla onu yorar mıydım hiç?” Bu sözlerin ardından gözleri nemli “Biz böyle hocalar gördük. Hepsine rahmet olsun” diyor Derman.
İsmim Çiçek Hatun'dan geliyor
Çiçek Derman doğduğu sırada ailenin büyükleri, anneanne ve babaanne de onlarla birlikteymiş. Babası, evin içerisinde oradan oraya koşturan hanımları her gördüğünde, “Oldu mu? Kız mı, erkek mi?” diye sorar, onlar da ikinci kız üzülmesin diye “Oldu, oldu” diye geçiştirip giderlermiş. Nihâyet söylemişler ve üzülmesin diye “Adını sen koy” demişler. Derman’ın babası okumaya meraklı, özellikle tarih ile çok ilgiliymiş. Kızının ismini Fatih Sultan Mehmet’in eşi, Şehzade Cem’in annesi olan Çiçek Hatun’dan ilhamla “Çiçek” koymuş. Derman, evdekilerin, “Hiç mi isim kalmadı?” diyerek karşı çıktıklarını ama sonunda babasının istediğini kabul ettiklerini söylüyor. “Zor bir isim. Ben kızıma koymam. Ablamın ve benim göbek adımız Fatma’dır. Beni bir müddet göbek adım ile çağırmışlar. Sonra kabul etmişler. Uğur Bey de ismimi beğenmez. Bana hep ‘Şükûfe’ der” diyerek gülüyor. Derman’ın babası çocuklarının eğitimine çok titizlenir, “Gömleğimi satarım yeter ki siz okuyun” dermiş. Derman, evlenmeye karar verip de tahsil hayatını yarıda bırakınca çok üzülmüş. Ancak yıllar sonra üniversiteye dönen kızının mezuniyetini görmek nasip olmuş ve çok sevinmiş. Eğitime verilen bunca ihtimama rağmen evlatların getirdiği bir pekiyi, bir onur belgesi takdir veya iltifat görmezmiş. “Vazifeni yapıyorsun. Senden bir istenen derslerini başarman kızım” denirmiş. Babası gibi annesi de çocukların eğitimlerine çok özen gösterir, okuduğu kitaplardan konuştukları arkadaşlara kadar her şey çocuklara hissettirilmeden takip edilirmiş.
Elim sende devam etsin
Rikkat Hanım hiçbir zaman öğrencisine “Çiçek” diye hitap etmemiş. Önceleri “Çiçek Hanım” derken artan seviyeli samimiyetleri bu hitabı “Cicim”e dönüştürmüş. Beğenisini dile getirmez ancak “Yeni bir konuya geçebiliriz” derse bu beğendiği mânâsına gelirmiş. Derman, otoriter hoca olarak Rikkat Hanım’ı tanıdığını, duruşu, mesafesi ve ciddiyeti ile ondan çok şey öğrendiğini söylüyor. “Evin hem erkeği hem kadınıydı” diyor. Bu nedenle muntazam siparişleri olurmuş. Siparişi getirenlere, “Ne kadarlık bir iş istiyorsunuz?” diye sorar verilen miktara göre tezhibi hazırlar içine sinmez ise imzasını koymazmış. Eğer, “Gönlünüze göre bir tezhip istiyorum” denirse o işe özenir ve imzasını atarmış. Bir gün Derman’a, “Cicim, ben artık yoruldum. Bunları sana devretsem kabul eder misin?” diye sormuş. İşte bu “El vermek, elim sende devam etsin” demekmiş. Derman çok mesut olmuş. Birkaç siparişi yerine getirmiş ancak daha sonra hocasına, "Hocam öyle güzel bir hat koleksiyonu var ki elimizde ben Derman koleksiyonundaki hatları tezhip etmeyi tercih ederim” demiş. Derman, hem çalışmalarıyla hem de fakültede aldığı görevlerle Rikkat Hanım’ı hep gururlandırmış.
Boyaları yalnızca kağıt üzerinde kullanırım
Anne tarafı Saraybosnalı olan Derman’ın baba tarafı ise Çerkes. Şimdi bembeyaz olan saçlarını işaret ederek Derman, “Beyaz saçlarımı çok seviyorum. Ben boyaları sadece kâğıt üzerinde kullanırım. Ne yüzümde ne saçımda… Rabbimin verdiği kabûlüm” diyor. Nikâh masasına otururken dahi makyaj yapmamış. Arkadaşları kendisini gördüğünde, “Görüyor musunuz, Çiçek nikâhında bile yüzüne hiçbir şey sürmemiş” demişler. “Yüzdeki kırışıklıklar güzeldir. Onlar, bize yılların kazandırdığı, yaşanmışlık izleridir, örtmeye hiçbir zaman çalışmadım. Her yaşın güzelliği var. Onu kabul etmek ve bunun şükrü içinde olmak lâzım. Bu yaşıma kadar sağlıkla yaşamak da Allah’ın bir lütfudur” diyor Derman.
Sizin hocanız yok mu?
1985 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden hocalık teklifini alınca hemen soluğu Rikkat Hanım’ın kapısında almış. Çok memnun olan hocası, “Ah demek ben bugünler için yaşıyordum” diyerek öğrencisini alnından öpmüş. Bu meşakkatli tahsil yolunda elbette profesörlükte de bazı sorunlar çıkmış. YÖK’e yaptığı profesörlük başvurusu “İlgili alanda jüri kurulamaması” sebebiyle reddedilmiş. Bunun üzerine Derman, iki aylık kısıtlı bir sürede tüm başvuru dosyasını yeniden düzenleyerek Geleneksel Türk Sanatları’ndan Sanat Tarihi Bölümü’ne çevirmiş. Sergiler ve eserlerin yerine konferans ve bildirileri, yayınlarını koymuş. Böylece yeniden profesörlük için başvuru yapmış. Derman, “Birinci derece kadroyla bu alandaki ilk profesörlüğü Rabbim 57 yaşında bana nasip etti. Yeni ünvânımla on sene daha fakültede görev yaptım. Son sene de Güzel Sanatlar Fakültesi dekanı olarak çalıştım ve 2012 yılında yaş haddinden emekli oldum” sözleriyle anlatıyor. Fakültedeki odasına hocalarının fotoğraflarını asması ise epeyce konuşulmuş. “Nereden çıktı, kim bunlar?” demişler. Derman büyük bir gururla, “Beni yetiştirenler, benim hocalarım” diyerek tanıtmış Rikkat Kunt, Süheyl Ünver ve Muhsin Demironat’ı. Ve sormuş, “Sizin hocanız yok mu?” “Hayır, efendim ne münasebet. Biz kendimizi yetiştirdik” demişler. Derman, verdiği cevabı şöyle anlatıyor: “‘Ben yetiştiremedim, beni hocalarım yetiştirdi’ dedim. Fakültedeki odama kendi işlerimi asmadım, hep hocalarımın öğrencilerimin, işlerini astım. Benim işlerimi de dilerim ilerde öğrencilerim asarlar.”