Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinde, Linda Nochlin’in “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” adlı kitabından yola çıkararak kadın ressamların en büyük sorununun ne olduğunu analiz etti.
Murat Ülker, yazısında şu ifadelere yer verdi;
Hiç büyük kadın sanatçı yok mu?
Bugün ilk olarak Linda Nochlin’in yeni baskısı 2022 yılında yapılan “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” isimli kitabı üzerinden kadın ve sanat konusunu inceleyeceğiz. Türkiye’de son belediye seçimlerinde gördüğümüz kadın hareketi beni bu konuya eğilmeye sevk etti. Kadın erkek eşitsizliği meselesini anlamak için çok okuyorum. Linda Nochlin, Amerikalı bir sanat tarihçisi, profesör, yazar ve tanınmış bir feministtir. Kitabı Prof. Dr. Ahu Antmen Türkçe’ye 2008 yılında çevirmiş ve 50. yıldönümünde yeniden yayınlanmış. Antmen şöyle diyor: Nochlin, aslı 1971deki makalesine dayanan bu kitapta sanatın ve tarihinin yalnızca ne kadar eril bir kurgu olduğunu değil, ne kadar Batı merkezli ideolojik bir hikâye olduğunu ima ediyor. Nochlin; sanat üretimi, zaman içinde tanımlanmış belirli uzlaşımlara, şemalara ve kod sistemlerine dayanır, ne dokunaklı bir yaşam öyküsü ne de kişisel sırların fısıldandığı bir iç dökme aracıdır. Belki iç dökmek evrensel bir duygu durumudur ama herkesin iç döküşü sanat olmaz, diyor. Ayrıca 1970lerde, kimin, nerede, nasıl, hangi yöntemlerle iç döktüğünün hangi değerler sistemi içinde görünür olacağını belirleyen süreçlere/sistemlere dikkat çekerek, feminizmin de özünde insana odaklı bir toplumsal adalet talebi olduğunu belirtiyor.
İkinci kitabımızın ismi ise Kadından Ressam Olmaz, yazarı Helen Gorril, sanatçı, editör ve görsel kültür alanında bir eğitimci. Helen Gorril’in dedikleri beni oldukça düşündürdü: Erkek sanatçıların eserlerine oranla kadın sanatçıların eserlerine belirgin biçimde düşük değer biçilip biçilmediği; çağdaş resim alanında düşük ekonomik ve sembolik değerlendirmenin nedeni ve bunun nasıl önlenebileceği amaçladığında bu alana özgü bir ayrımcılık varmış gibi görünüyor. Bu bağlamda kadınların sanatsal başarılarının değerlenmesine engel olarak on bir farklı cam tavan olduğu tespit edilmiş. Bu kitapta sarsıcı boyutlara ulaşan cinsiyete dayalı ücret farkları ifşa edilmekte, kurumsal kusurlar açığa çıkarılmaktadır. Şimdi gelin aşağıda özetlediklerimi detaylandıralım…
“Kadın ressamların en büyük sorunu nedir?“ diye sormuş George Baselitz ve cevap vermiş “Aslında hiçbirinin resim yapamaması.”.
Ben de bu soruyu başlık olarak koydum yazıma çünkü kadınların ressam olmak için gerekli temel özellikten yoksun oldukları iddiası, işte bu yaklaşım sorununun aslını teşkil ediyor.
Prof. Dr. Ahu Antmen’e göre bu sorular Türkiye için de sorulmalıdır, Türkiye’de uzun yıllar sanatsal iktidarın merkezi sayılan sanat okullarında bir iki istisna dışında atölye hocaları neden hep erkekti? gibi. Günümüzde Batı’da yeni alımlarda daha eşitlikçi koleksiyon politikaları belirleniyor, kadın sanatçılara has sergiler ve kadın sanatçıları onurlandıran retrospektif sergiler düzenleniyor. Bu akım 2017de başlayan “me too” hareketiyle birlikte Türkiye’ye yansıyor.
Nochlin çalışmasını şöyle açıklıyor: Zamanımızın kültürel, ideolojik sınırlarının ve profesyonalizminin ötesine geçip tarafgirlikleri ve yetersizlikleri gözler önüne serebilmek için yalnızca kadın sorununu değil, disiplinin bütününe dair önemli sorunları ele alırken tıpkı John Stuart Mill’inki gibi kendini bu konuya adamış feminist bir zihin yapısı gerekmektedir. Böylece kadın sorunu denen şey ciddi, yerleşik bir disipline yamanmış küçük, dışta kalan, gülünç derecede önemsiz bir yan kol gibi görünmektense bir tür katalizör, bir tür entelektüel araç haline gelip temel ve doğal varsayımların araştırılmasına, farklı sorgulama biçimleri için gerekli paradigmanın geliştirilmesine ve başka alanlarda radikal yaklaşımlarla kurulmuş diğer paradigmalarla bağlantı sağlanmasına öncülük edebilir.
Neden hiç büyük kadın sanatçı yok? gibi basit bir soruyu hakkıyla yanıtlarsak, zincirleme bir tepkime yaratıp kabul edilegelmiş varsayımların ötesine geçeriz, böylece zahmetsizce yanıt bulunabilecek veya birbirini doğuran sorulardan ziyade geleneksel ayrımların hala geçerli olduğu görüşüne karşı çıkabiliriz.
Kadınlar gerçekten eşitlerse neden hiç büyük sanatçı, felsefeci, matematikçi kadın yok? denildiğinde Nochlin’e göre bu suçlayıcı sorunun cevabı zaten kendi içinde: Hiç büyük kadın sanatçı yok, çünkü kadınlar büyük olamazlar, dense; bu sorudaki yemi yutmak ve soruyu sorulduğu biçimiyle yanıtlamaya çalışmaktır.
Feministlerinse cevabı, zemini hafifçe kaydırarak kadınların sanatı için büyüklük olgusunun erkeklerinkinden daha farklı olduğunu öne sürmek, kadınlığın durumunun ve deneyimlerinin kendine özgü koşullarına dayanan, hem biçimsel hem de anlatımsal nitelikleri açısından farklı ve ayırt edilebilir bir kadın üslubunun varlığı olmuştur. Kadınların koşulları ve deneyimleri erkeklerinkinden farklı olduğu kabul edildiği için bu kabul edilebilir ve kadınlık deneyimini ifade etmek için biraraya gelen bir grubun ürettiği sanata da feminist sanat denebilir. Halbuki kadın sanatçıların birbirlerinden ziyade yaşadıkları dönemdeki sanatçılara benzedikleri kolayca görülebilir, diyor Nochlin.
Gerçek sorun, feministlerin kadınlığa dair anlayışından değil, çoğunluğun sanatın ne olduğuna yönelik paylaştığı yanlış algıdan kaynaklanır. Sanat, bireysel ve duygusal deneyimlerin doğrudan, kişisel bir ifadesidir, görüşü, Nochlin’e göre saflıktır, sanat çoğu zaman hiç böyle değildir. Sanat üretimi zamanla tanımlanmış belli uzlaşımlara, kod sistemlerine veya bunlardan bağımsız, kendi içinde tutarlı bir biçim dilini gerektiren eğitimle, çıraklıkla ve uzun süren bireysel deneyimlerle öğrenilmiş ya da edinilmiştir.
Kadının eşitliği sorunu, sanatta erkeklerin görece iyi/kötü niyetinden veya kadın bireylerin kendine güvenip güvenmediğinden değil, kurumsal yapıların niteliğinden ve bu kurumların insanlara dayattığı gerçeklik anlayışından kaynaklanıyordu. John Stuart Mill: Alışılmış olan her şey doğal görünür. Kadınların erkeklere hizmet etmeleri evrensel bir gelenek olduğuna göre, bu gelenekten kopmak doğal olarak doğadışı görünür. Çoğu erkek eşitlikten yana görünse de avantajlarının daha yüksek olduğu bu doğal düzeni terk etmek istemez. Kadınlar içinse durum, başka ezilen gruplara ya da sınıflara kıyasla çok daha karmaşıktır. Çünkü erkekler kadınlardan yalnızca itaat değil, sonsuz bir şefkat de beklerler. Böylece kadınlar çoğunlukla, hem erkek egemen toplumun taleplerini içselleştirdikleri hem de kendilerine sunulan maddi olanaklardan vazgeçemedikleri için zayıf düşerler.
Nochlin diyor ki: Sanat, üstün güçlerle donanmış bir bireyin kendinden önceki sanatçılardan belirsiz ve yüzeysel biçimde toplumsal koşullardan etkilenerek ortaya koyduğu özgür ve özerk bir etkinlik değildir.
Aksine hem sanat yapanın gelişimi hem sanat yapıtının doğası sanat yapmanın koşulları belli bir toplumsal çevrede gelişir, sanatçı bu toplumsal yapının ayrılmaz parçasıdır. İster sanat akademileri ister himaye sistemleri olsun, ister ölümsüz yaratıcı, üstün insan yani sanatçı veya yaratıcı efsaneleri olsun, hepsi toplumsal kurumların onayından geçer ve belirlenir.
Kadınların erkeklerle edebiyat alanında neden çok daha eşit koşullarda rekabet edebildikleri hatta bu alanda öncü olabildiklerini ise şu şekilde açıklıyor: Sanat üretimi, belli bir sürede, ev dışındaki kurumsal bir yapı içinde özel birtakım tekniklerin ve becerilerin öğrenilmesini, belli bir ikonografik dağarcık ve motif bilgisi edinilmesini gerektirirken şair ya da romancı için böyle bir durum geçerli değildi. Herkes, yani kadınlar bile okuma yazmayı öğrenerek kendilerine ait bir odada oturup kişisel deneyimlerini kâğıda dökebilirdi. Bu iddia, yazan kişi ister erkek olsun ister kadın, iyi edebiyat yaratmanın zor koşullarını epey basitleştirse de edebiyatta bir Emily Brontë veya bir Emily Dickinson’ın var olabildiği ve görsel sanatlar alanında bu isimler ayarında bir kadının çıkmadığı konusunda ipucu veriyordu.
Kadından Ressam Olmaz kitabında ise yazar Helen Gorril toplam 38 grafik çalışması ve bulgularıyla konuya ışık tutmaya çalışmış. Çağdaş resim sanatında figür ve soyutlama, içerik, teknik, format, parlaklık, ölçüler, imza veya bilgi notlarının analizini içeren araştırmaların ortak noktası, bulgularla elde edilen “kadınsı” veya “erkeksi” olarak etiketlenen yöntem ve yaklaşımların 1990lardan itibaren “kadınsının” “erkeksileşmeye”, “erkeksinin” “kadınsılaşmaya” başlaması şeklinde bir dönüşüm ifade edilebilir.
H. Gorril’in amacı, toplumsal cinsiyet meselesini ele almak.. Kadın ve erkeğin kategorizasyonunda benimsenmesiyle herkesin faydalanacağı olumlu ve yapıcı adımlar atmanın mümkün olacağını düşünüyor. Ona göre, eşitliğe bir şans vermek istiyorsak yeni yöntemlerin ve fikirlerin başarılı olmasına imkan vermemiz gerekiyor. Kitap toplumda cinsiyet tarafgirliğini yok sayamayacağımızı vurguluyor. Bunun için kadın ve erkek sanatçıların resimleri arasındaki cinsiyete dayalı farklılıklara yönelik feminist bir müdahale gerçekleştirebilmek ve çağdaş resim alanında has “kadınsı” ya da has “erkeksi” özellikler olup olmadığını tespit etmek için kitapta kategorizasyona dayalı yarı sayısal bir metodoloji benimsenmiş. Cinsiyete dayalı belirgin özellikler bulunmadığına göre, hatta yeni bir androjen (erkekte baskın olan hormon) estetikten söz edilebildiğine göre, bir eserin taşıdığı “erkek” markasının “kadın” markasından daha değerli sayıldığı söylenebilir.
İkinci bölüm çağdaş sanatın müzayede fiyatları hakkındaki verilerden bahsediyor. Dünyada sanat müzayedelerinde kadın görünürlüğü %10 ila 25 arasında değişiyor. ABD ve İngiltere’de cinsiyete dayalı sanat değer farkı %80 gibi oranlara ulaşıyor. Ortadoğu örneklem grubunda görünürlük %2 ye kadar iniyor. Yani bu sonuçlara göre yazar: Kadın sanatçı olmak erkek olmaktan çok farklıdır ve bu nedenle kadın sanatçının sanatının değeri oldukça düşüktür, diyor.
Bir diğer nokta, erkek sanatçıların eserleri imzalıysa değeri artarken kadın sanatçının eserini imzalaması eserin fiyatını düşürüyormuş. Bu bulgular resim erkek sanatçı tarafından yapılmışsa açık bir artı değer olan erilliğin resmin değerini artırdığına mı işaret ediyor? Kitaba göre, kadın sanatçıların konumunun, kadınların temsilinin, popülerliğinin 1990lı yıllardan bu yana azaldığını ve bugün artık daha az sayıda kadının başarıya ulaşabildiğini açıkça göstermektedir.
Sanat eleştirmeni Brian Sewell: Yalnızca erkekler estetik açıdan üstün işler üretmeye muktedirdir, diyor. Brian Sewell’in kadınların estetik açıdan üstün işler başarma kapasitelerinin kısıtlı olduğu inanışının altında Ortadoğu, Amerika, Birleşik Krallık ve Avrupa yani uluslararası ölçekte dağıtılan ödüllerin %80ini erkeklerin aldığından bahsedilmiş. Hatta Ortadoğu’da verilen ödüllerin cinsiyet eşitliği açısından diğer bölgelere nazaran daha dengeli ve yine cinsiyete dayalı değer farkının da bu bölgede daha az olması dikkat çekici.
İncelenen istatistiklere göre, bir ödüle aday olmanın ya da kazanmanın sanatçının eserinin sembolik değerine katkı yaptığı görülmüş. Maalesef bu da sanatçının kadın veya erkek olmasıyla bağlantılı. Buna göre, muhtemelen kasıtlı olmasa da müzelerin erkeklerin sembolik değerinin kadınlarınkinden daha yüksek olduğu görüşünü güçlendiriyor olabilir mi?
Bir sanatçının tam olarak tanınmasında sanatçının kültürel ve sosyal sermayelerine güç takviyesinde bulunma sürecinin hayati olduğu ki bunun etkisini tam olarak gösterebilmesinin de yine kişinin cinsiyetine bağlı olduğu ortaya çıkarılmış.
Kültürel ve sosyal sermaye konusuna gelince; sosyal, sembolik ve kültürel sermayenin ekonomik sermayeye nasıl dönüşebildiği kapsamında yapılan araştırmalarda cinsiyet eşitsizliğinin devam ettiği bulunmuş.
Kuzey bölgelerine yönelik incelemede Finlandiya, cinsiyet eşitliğinin tam sağlandığı ülke olarak karşımıza çıkmıştır. Finlandiya eşitlik meselesini uzun zaman önce çözmüş, bu konuda öncü bir ülkedir.
Yazarın belirttiğine göre, kendisinin görüştüğü sanatçıların çoğu sanat dünyasında kadınların kadınlara uyguladıkları ayrımcılıkla ilgili olayları anlatmış. Seksizmin bu türü, genellikle erkek egemen ortamlarda gerçekleşen “Kraliçe Arı” sendromu olarak anılmakta. Bazı kadınların eserlerine yalnızca baş harflerini yazarak kendilerini gizlemelerinin ya da androjen bir imaj çizmelerinin nedenleri böyle yorumlanmış.
Yazar bir bölümü eşitsizliklerin nedenlerini ortadan kaldırmak için önerilere ayırmış.
Yazara göre, eşitsizliğin hüküm sürdüğü toplumlarda bu gibi manifestoların benimsenmesi halinde kadın sanatçıların üstüne çöken cinsiyetçi cam tavanı elbirliğiyle kaldırmak mümkün olabilir. Sanat tarihi programlarını, kadınların halen yetersiz biçimde temsil edilmelerinin ve marjinalleştirilmelerinin önünü kesmek amacıyla daha kapsayıcı olacak şekilde oluşturmak gereklidir. Müzelerde de bunu sağlayan bir çeşitliliğe ve koleksiyon politikalarına ihtiyaç var. Bu belki müzelerin ve kurumların daha fazla PR sorumluluğu almasıyla mümkün olabilir. Tabii toplumsal cinsiyet çalışmalarında sanat tarihçileri ve araştırmacılar sayısal yöntemleri benimsemeliler. Ayrıca eğitim kurumları da bu konulardaki araştırmalara fon sağlamalılar.
Ben her iki kitaptan bazı bölümleri aktardım. Ama yine de okunması gerek şayet bir sonuca varmak veya detaylı incelemek istiyorsanız, sizi kitap okumak zevkinden mahrum bırakmamak istedim. Tüm bu okuduklarımızdan sonra diyebilir miyiz; kadınlara düşman olarak kadınlar yeter. Tabii ki hayır, böyle bir genelleme yapamayız. Ama erkeksi (erkeğe özgü davranışlarda bulunmak yani) davranan kadınların da bence tüm farklılık avantajlarını kaybettikleri bir gerçektir. Toplumdaki kadın/erkek davranışlarındaki kalıp beklentileri ve örf/adet bizi ne kadar zorlasa da, bazılarımızda, belki çoğumuzda karşı çifte hayranlık bile varsa da şunu da bilmek gerekiyor ki; kadın ve erkek farklı yaratılmıştır. Bu ise her iki cinse de avantaj sağlamaktadır ve aile kurumunda iki cins birbirini tamamlamaktadır. Aksi olmaz mı, olur ve hayatta bir çok örnekleri vardır. Tek anne veya baba tarafından büyütülmüş çocuklar, teyzelerle beraber büyüyen oğlan veya kızlar. Ama bunlar ideal sonuç vermemektedir. Unutmayalım, hayat bir laboratuvar değil ve insandan denek olmaz!
Ama tabii ki bir toplumsal proje olarak ele alınırsa, toplumda bireyler istenen mesleklere, sanatlara yöneltilebilir ve fevkalade başarı sağlanır. Mesela bugün toplumun kanayan yarası, kadın cinayetleri de böyledir. Temelinde kadının bir meta olduğu ve faydanılan, güdülen olduğu sakat, ilkel bir anlayış vardır. Bu dinsel, sosyal ve ekonomik açıdan yanlıştır. Bunun düzelmesi için medya bir farkındalık oluşturuyor. Ama yeterli değildir. Toplumdaki karar vericiler, kanun yapıcılardan gerekli şeyleri ben duyamadım. Ne zaman bir kadına karşı şiddet olayı duysam bunu umarım. Hatta bu kadınların ailesi, bacısı, kardeşi, abisi, bir akrabası yok mudur, diye kendime sorarım, anlamlandıramam. Nikah toplumumuzda birliktelik için kutsaldır; ama boşanma da yani nikahın sona erişi de aynı şekilde kutsaldır o zaman değil mi? O halde bu erkek zulmü niye? Ben bunu seslendirirken amacım bu sosyal zulme ortak olmamak, zira zulme ses çıkarmayan zalim olur.
Velhasıl sonuçta yazarlar: Tabii ki kadından ressam olur, diye deyim yerindeyse avazı çıktığı kadar bağırıyor: Unutmayın: Bu bir son değil, başlangıçtır. Bu kitaptan sonra da sanat dünyasında süregelen eşitsizlikler ifşa edilmeye devam edilecektir. Yeni zeminler bulmak için birlikte çalışalım. Dünyayı daha adil bir yer haline getirelim.
Ben de daha önce bir yazımda (https://muratulker.com/y/hepimiz-hz-ademin-ve-havvanin-cocuklariyiz/) Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran’da karşılaştırmalı olarak kadının yaratılışı ve ailede, ibadette, hukukta, toplumdaki yerini inceleyen bir kitaba yer vermiştim ve feminizm ile ilgili görüşlerimi ifade etmiştim. “Bu inceleme bizim bugün Batı’da revaç bulup tüm dünyaya yayılan feminizm vb hareketleri anlamamıza yardımcı olacaktır.” deniyordu o yazıda. Nochlin’in yazısında anlattığı feminist sanat ve sanatçı konusunu bu açıdan değerlendirerek okumanızı öneririm.
Kadının koşulları ve konumu Batı, Doğu, Uzak Doğu her bölgede, her toplumda değişiyor. Son sözü de yazıda da belirtildiği gibi şöyle noktayalayım: Toplum hayatına katılan kadın daha görünür oluyor ve sanat, bilim, spor dahil her konuda kendinden daha fazla söz ettiriyor.