Yaza girmeden ne okumalı diye düşünüp bir liste oluşturmuştum. Listenin ilk bölümünde üç kitap vardı. Bunlardan biri Nazan Bekiroğlu’nun Mücellâ’sıydı. Romanı (Timaş Yayınları, 2015) yayımlanır yayımlanmaz okumuştum. Yeniden göz atmak şimdiye nasipmiş. Romanın içeriği gibi kapağını da seviyorum lâkin eserin isminin altına ‘roman’ yazmak şart mı? Birinci baskının 100 bin olduğunu bilmek okura ne katar?
Edebiyatımıza damga vuran romancılardan biri olan Bekiroğlu bir akademisyen. Hocalarımızın okuyup yazmadıklarını düşünenlerin aksine hikâye, roman ve denemelere imza atmış çalışkan bir yazar. Onu Mücellâ’nın girişine konulan kısa metinle tanıyalım: 3 Mayıs 1957, Trabzon. Dört yıllık üniversite hayatı hariç hep bu kentte yaşadı. Bulut. Deniz. Yağmur. Türk Dili ve Edebiyatı eğitimini Erzurum’da aldı. Kar. Rüzgâr. Ova. Halide Edip’le doktor, Nigâr Hanım’la doçent. Şimdilerde Trabzon, KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi’nde Profesör. Suyun kıyısında. İki kız çocuğuna anne. Görünürdeki hayatı bundan ibaret.
Bekiroğlu’nun Dolunay’la başlayan yazı hayatı Türk Edebiyatı, Milli Kültür, Kayıtlar, Yedi İklim ve Dergâh’la devam eder. Roman, hikâye ve denemeleri yayımlanır. Yirmiye yakın kitaba imza atan yazar Cam Irmağı Taş Gemi, Lâ: Sonsuzluk Hecesi ve Cümle Kapısı isimli kitaplarıyla hikâye, roman ve deneme dallarında ödüller alır.
Kitap için ilk elden ne söylenebilir? Bir kere çok başarılı bir kadın romanı. Yazarı kadın, kahramanı kadın. Kadın karakterlerin hâkim olduğu romanlara örnek olacak bir eser. Bu tür eserlerin vazgeçilmezlerinden olan ev içi hallerini ve uğraşlarını da çok iyi yansıtıyor. Yalnızlığı ve sessiz bekleyişleri de.
Yarı yıl tatili için eve dönen bir öğrencinin (Nazlı) gözüyle anlatılan hikâye, o dönem Türkiye’sinin sosyal dokusunu yansıtan fotoğraflar seriyor önümüze. Bu açıdan aynı zamanda bir dönem romanı diyebileceğimiz bu eser benim gibi ‘evine bağlı’ tipler için daha da önemli.
Zamanın ağır aktığı, hayatın daha çok mahalle aralarında yaşandığı dönemlerde kalmış ‘dingin akan bir ırmak’ Mücellâ. Roman kahramanı olmaktan öte aramızda yaşayan biri. Kumaşların, kokuların, alışkanlıkların, iğne oyalarının, yarım aşkların esiri. Hayatı seyretmekle yaşamak arasında gelip giden Anadolu kadınlarından. Annesine refakat eden çok uslu bir kız. Genç cumhuriyetle yaşıt bir kadın. Ne isyan uğramış semtine ne de yılgınlık. Hayatın ona biçtiği rol, bir sandık dolusu çeyizle evleneceği adamı beklemek olmuş. Beklemiş, beklemiş... Ne yazık ki evlenememiş. Böylece adım adım görünmezliğe bürünüp bir gölge olmuş. Gölgelerde kalsa da yaşadığı hayatın içinde hep mutlu kalmış. Onu anlatacak en güzel cümle şudur herhalde: Kendi yalnızlığı içinde kaybolmuş bir kadın.
“Romanın bir olay döngüsü/örgüsü yok” eleştirilerine katılmıyorum. Olayı, zamanı, kişileri hesaba katmadan böyle bir yargıya varmak kolaycılık olur. Durağanlık, ‘örgü’ eksiği sonucunu vermez.
“İyi romanı kadınlar yazar” görüşünü güçlendiren Bekiroğlu, detaycı bir yazar. Ayrıntılar ustası. Ele aldığı olayı, objeyi öyle bir anlatıyor ki o olay ve objenin gözümüzün önünde canlanmaması mümkün değil.
Tasvirler müthiş, kurgu sağlam, anlatım duru ve şairâne. Anlatılan dünya, çerçevesi çizilen mekân, tasvir edilen insanlar samimi. Detaycılığına dupduru ve çarpıcı anlatımını ekleyip okuru 1930’dan 1970’lere uzanan yılların Türkiye’sine, Karadeniz’ine götürüyor. İçeri çekip olaylara dahil ediyor. Tek partili döneme, Türkçe ezanlara, kıtlığa, demokrasiye geçiş denemeleri ve çalkantılara, darbelere, ajans haberlerini dinlemek için toplanan erkeklerin arasına dahil ediyor. Bize, o günleri şartları içinde tekrar tekrar yaşatıyor.
Biyografik özelliklere de rastladığımız Mücellâ’da Nazlı adıyla kurguya dâhil oluyor Bekiroğlu hoca. Olayın içindeki Nazlı’nın ağzından Mücellâ’nın doğumundan ölüme dek geçen zamanı geriye dönüş tekniğini de kullanarak anlatıyor. Böylece Nazlı, Mücellâ’nın vasiyetini yerine getirerek onun ‘içli’ hikâyesini aktarıyor.
Bu romanla ilgili birçok not almışım. Hepsini buraya aktarmak mümkün değil. Sadece kapağa konulan cümleyle yetineyim: Senin hayatının benim kâğıdıma düşen yazısı bu.
Mücellâ’yı okurken dertleneceksiniz belki. Olsun. Kitap bittiğinde, “Bu Mücellâ gerçek mi, kurgu mu” sorusuyla ve içinizde büyüyen bir hüzünle baş başa kalacaksınız. Bu bile yeter!
Roman yazmaya devam etmeli kadınlar; “Rüya olduk Nazlıgül. … Masal olduk, anlatanımız yok” (s. 337) diyen Mücellâ için.
BURNUNUN UCUNDA İLKYAZ YANIĞI, PEMBELEŞMİŞ YANAKLARININ ÜZERİNDE KİRPİKLERİNİN GÖLGESİ, YÜZÜNDE O SAF ÇOCUK AYDINLIĞI. ÇAM AĞAÇLARININ ALTINDA, MAVİ MİNEYE, KIR MENEKŞELERİNE, BEYAZ GELİN TACINA, GÜLE, SUYA, IŞIĞA KARIŞTI. (Mücellâ’dan, s. 340)
Emine Işınsu'nun son güzel kelimeleri
Nicedir elimin altında duran Kendimden Kendime’yi (Ihlamur Kitap) nihayet okudum. Eser, Emine Işınsu’nun hayat hikâyesini anlattığı incecik bir kitap. Ön sözde, “Kendimden Kendime Emine Işınsu’nun son yazısı. Bir iç dökme…” diyor İskender Öksüz. Şöyle bitiriyor takdimini: Bu kitapta onun son güzel kelimeleri var.
1938’de Kars’ta doğan Emine Işınsu (Öksüz), şair ve yazar Halide Nusret Zorlutuna’nın kızı. Şair annesi, kızı için dört kıtalık bir şiir kaleme almış. İlk kısmı şöyle: Işın kızım sana, oyuncak diye, / Gökten yıldızları, deresim gelir. / Güneşleri verip sana hediye, / Bahârı yoluna seresim gelir.
Edebî hayatına şiirle başlayan ve ödüllü eseri Küçük Dünya’dan sonra romana yönelen Işınsu, tiyatro, deneme, hikâye ve biyografi dallarında da eserler kaleme alır. Birçok ödül kazanır. Eserlerinde mekân tasvirlerinden çok insan psikolojisini öne çıkararak olayları ve mekânları kahramanların duygu süzgecinden geçirip okura yansıtan Işınsu’nun Türk romanına renk katan bir yazar olduğu malumumuz. Dış Türklerin sesi olduğunu da belirtmeden geçmeyeyim.
Yazarın ‘iç dökme’sine dönersem, samimi bir giriş yapıyor kitaba. Ailesi hakkındaki duygularını çekinmeden açık ediyor. “Çok kırılmışımdır anneme…” (s. 8) diyor meselâ. Kendine yazdığı mektubuna anne ve babasını anlatarak başlıyor Işınsu. Evdeki ismi ‘Işın’dır. İskender Öksüz’le evlendikten sonra Işınsu olmayı tercih eder. Anne baskısı hisseder ve şiir yayımlatırken soy ismini kullanmaz. Okuyacağı kitaplar ağabeyinin kontrolünden geçer. “... yasaklanan bir kitabı gizlice okuduğumu hatırlıyorum. Bir aşk romanıydı” (s. 49). Eserinde, aile ilişkilerinden politikaya, sevgiden korkuya, hayal kırıklıklarından duygu değişimine kadar birçok şeye yer veren yazar, ülkücülüğünü de gizlemez. “… genç yaşlarımda komünistlerin karşısında kafaca ve gönülce ülkücülerin yanındaydım” (s. 11). Namazı öğrenir: Annem bana Urfa’da ilkokul birinci sınıftan ikiye geçtiğim yaz namaz öğretti ... Canım istediği zaman namaz kıldım (s. 51-52).
Zamanının tarihî şahsiyetlerine bahseder. “Rahmetli Erol Güngör bana ‘Korkunç Yenge’ ismini takmıştı. ... Dündar (Taşer) Bey ... çok ciddi bir ‘esirgeyici’ idi” (s. 76). “Galip Erdem’(in) ... Fevkalâde bir beyni vardı. ... bilgisi çok genişti” (s. 87) gibi.
Bazı ilginç bilgiler elde ettim kitaptan. Mesela Umay Türkeş’in eşi Yetik Ozan’ın gerçek isminin Turgut Günay olduğunu (s. 83), yahut sigara içtiği için Sabah’tan kovulduğunu (s. 59) ve yahut da devletten 20 bin lira evlilik armağanı aldığını (s. 94).
Daha yazılacak çok anekdot var lâkin yerim dar!
‘İç dökme’sini şöyle bitiriyor yazar: Mutlu değil miyim, tabiî eşim İskender olduğu için, Elif, Yağmur ve Murathan çocuklarım oldukları için mutluyum. ... Kendimden Kendime’yi yazarken de acı hatıralara daldığım zamanlar bile mutlu oldum. ... Rabbim, bana buncacık yazma yeteneği verdiğin için Sana hamd ediyor, şükrediyorum (s. 95).