Hain 15 Temmuz darbe kalkışması bütün tazeliğiyle hafızamda. O bitmeyen gece. Gazeteci arkadaşım Fatma Parlar’ın ağlayarak verdiği haber: Cambaz şehit oldu! Sancı ve sükût..
Mustafa Cambaz’la tanışıklığımız
93-C’ye uzanıyor. 90’lı yıllardı. Benim işyerim Çemberlitaş’ta Mustafa’nınki Gedikpaşa’daydı. Hemen her sabah Zeytinburnu’ndan 93-C’yle işe gider, 93-C’yle dönerdik. Sonra kader bizi Yeni Şafak’ta buluşturdu. Yazıişlerinde uzun yıllar çalıştık. Bir grubumuz vardı. Adil Tek, Fikri Cumhur, Hikmet Gök, Mehmet Şeker ve bendeniz, fakir. Kadro bazen genişler fakat azalmazdı. Genelde Çengelköy’de buluşur, Çınaraltı’nda halleşir sonra demlenirdik. Demlenmek dedimse, çay, tütün, muhabbet. Denize karşı oturur, dertleşirdik. Gülüşmelerimiz, Boğaz’ın hırçın sularına, ılık ılık esen rüzgâra karışırdı.
Narin biriydi rahmetli. “Yahu bu adam hiçbir şey yemiyor mu?” dedirtecek derecede ince, yaşını göstermeyecek derecede diriydi. Sırtında çantası, çantada fotoğraf makinası. Dert çekmiş, umur görmüştü. Gözleri kaybolacakmış gibi içe çekilmişti lâkin o gözlerden yayılan sıcaklık daima hissediliyordu. Hızlı konuşurdu. Elleri durmazdı konuşurken. Nüktedandı, fıkralar anlatırdı. Kendine has gülmesini de eklerdi anlattığına. Emindi. Doğru bildiğinin peşinden ayrılmazdı.
İstanbul’u adım adım gezerek hıfzetmişti. Bir bakmışsın Beyazıt kulesinin tepesindeydi, bir bakmışsın Süleymaniye’nin kubbesinde. Yedi tepesini de yetmiş kez tavaf etmişti. Camileri, tekkeleri, çeşmeleri, yitip gitmeye aday her yeri. Seyahatin insanı arındırdığını düşünen Cambaz, memleketi de köşe bucak gezmiş, sayısız minareye çıkmış, harap çeşmelere -iç geçirerek- bakmış, bıkmadan fotoğraf çekmişti. Bütün ulu camilerin avlularında onun ayak izi vardı. Belki Kastamonulu sanırdınız onu, Taşköprü’den. Belki de Afyon Sandıklı, Yozgat Yerköy, Erzurum Horasan, Mardin Savur veya Giresun Alucra’dan. Ne farkeder, Türk’tü Mustafa. Gümülcine’de yaşarken kızıp, “Ben askerlik etmem Yunan’a” demiş ve çekip gelmiş Türkiye’ye.
Tanısın tanımasın herkes severdi Cambaz’ı. Kalbi temizdi çünkü. Kim sıkışıp yardım istese koşarak giderdi. Arkadaş canlısıydı. Bunu onunla uzun süre yol arkadaşlığı ve sırdaşlık yapan Şeker ağabey çok iyi bilir. Kediler, ‘sırnaşma’nın nasıl bir şey olduğunu Mustafa’yla karşılaşınca gösterirlerdi. Nasıl uğraşırdı onlarla. Herkesten para toplar, ciğer alırdı; sosis, süt. Hepsiyle konuşur, hâlleşir, dert yanardı. Bir yavru kedi kaybolsa, bunu dumanlı gözlerinden anlardık. Ailesini, evladını sever gibi severdi onları. Fukaralık da yakasını bırakmamıştı hiç. Hangimizin yakası sağlamdaydı ki? Mutluluk biraz da fakirlik demekti o yıllarda. Yürünen yol, paylaşılan kuru ekmek, yaslanılan duvar demekti.
Cambaz, 1963’te Gümilcine’de Menetler köyünde doğar. Bıyıkları terlediğinde Dr. Sadık Ahmet’in fikirlerinden etkilenir ve onun teşvikleriyle üniversite tahsili için İstanbul’a gelir. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nü bitirir. Üniversiteliyken evlendiği için, iş hayatına atılır. Mezuniyetinden yıllar sonra gazeteciliğe başlar ve uzun yıllar Yeni Şafak’a emek verir. Gazeteciliğinde, sanat tarihi ve mimarî eser fotoğrafçılığı alanında yoğunlaşan Cambaz, yaptığı işi ‘kayıt fotoğrafçılığı’ olarak tanımlar. 2000’li yıllardan itibaren değişik zamanlarda bütün Türkiye’yi adım adım gezer, Türkiye’nin 118 ulu camisinden 10 binin üzerinde fotoğraf çekip kayıt altına alır. Fotoğraf arşivini https://www.mustafacambaz.com/ web sitesinde bedelsiz olarak araştırmacılara sunar.
Rahmetlinin çektiği 10 bini aşkın eser arasından seçilen yaklaşık bin fotoğraf, Türkiye Ulu Camileri adlı 576 sayfalık albümde toplanır. Albüm, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı’nca yayımlanır (Mayıs 2016, Ankara). Bu eşsiz çalışma için Turan Karataş ve Şaban Abak’a ne kadar teşekkür etsek azdır.
Tvnet’in hazırladığı, Cennet Vatanın Fotoğrafçısı belgeseli Cambaz’ı tanımamız ve anlamamız için çok iyi bir kaynak. Seyredilmeli derim.
Şehit düştükten sonra Türk vatandaşlığına alınan Cambaz, önden giden atlıydı. Bizi yalan dünyada bırakıp şehit oldu; göğsünde iki madalyayla! O, gözünü kırpmadan 250 memleket evladıyla birlikte vatanı için canını verdi. Bizler de vatanımız için yaşıyoruz. Ülkemizi 15 Temmuz karanlığından -kanlarıyla- aydınlığa çıkaran cümle canlara selâm olsun. Kahramanlarımızı unutmayacağız, minnetle anacağız ve bayrağı hiçbir zaman yere düşürmeyeceğiz.
Cambaz’ın hayâli
Çalışkan bir insandı rahmetli Mustafa Cambaz. Birçok plânı, projesi vardı. Mehmet Şeker anlatıyor:
Ulu Camiler kitabı bir başlangıçtı. ... Osmanlı Çeşmeleri kitabı bitme aşamasına gelmişti. .... Sonra Köprüler kitabı vardı. ...Türk Evi gibi projeler yarım hâldeydi.
Bu projelerin yarım kalmasını istemiyor gönül. Yok mu ülkemizde onun akim kalmış çalışmalarını tamamlayacak bir fotoğrafçı? “Hayâllerin yetim kalmayacak Cambaz” dedirtecek
gönül insanları mutlaka var, inanıyorum..
Kök ve ekin
Süleyman Çobanoğlu’nun deneme kitaplarını heyecan ve merakla beklerim. Şiiri gibi ‘düzyazı’sı da kuvvetlidir. Kapalı konuşmaz. Anlatımı boğmaz. Sözü(nü) sakınmaz. Şairin daha önce Ayarsız ve Söğüt dergilerinde yayımlanan denemeleri, Ötüken Neşriyat tarafından Kök Ekin adıyla kitaplaştırıldı (2023).
Kapakta Türk rengi! Güzel olmuş. Arka kapağa konulan ve okunabilen(!) tanıtım yazısında, eserle ilgili, “Kök Ekin, yalnızca bir ozanın çağına karşı susmayı reddedişi, dilini-varlığını savunuşu ve kendisi kalma savaşıdır” kaydı düşülmüş. İkiye bölünmüş eser. Önce kısa bir Kök (8 yazı) sonra uzunca Ekin (38 yazı).
İlk dikkatimi çeken şey dil hassasiyeti ve tercihler. Keskin üslubu ve ruhunu şiirle besleyen düzyazısıyla tanıdığım Çobanoğlu’nun bu konulardaki ödünsüz gayretini takdir ediyorum.
Girişteki başlıksız metinde vurgulandığı gibi, “Türkçe soluk alan herkese yollanmış bir okuntu, ne olduğumuzu anımsamaya bir çağrı” (s. 5) olan bu eserin, taraflı ve iddialı bir bakışı var.
Uzatmadan, kitap neler söylüyor bakalım. “Sözünü sakınmaz” demiştim şair için: Daha ilk kitabımda Türkçeye şiir yazdım: Hem de boktan İngilizce kursu ilanlarında yavşakça, “Siz hâlâ annenizin dilini mi kullanıyorsunuz?” diyenlere ağız dolusu söverek (s 144). Neyi/nereyi yurt tutmamız konusuna dikkat çekiyor: Ülkenin en temel birimi olan ev savunmaya değmeyecek bir sefaletin simgesi ise, ülke düşüncesinin bütünü de savunulamaz (s. 120). Savunmanın nasıl yapılacağını da işaret ediyor: Yunus Emre’yi savunmak yurdu savunmaktır (s. 37).
Bir müslüman olarak ‘kötücül dinciliğin’ karşısında. Peygamberler devrinin kapandığını belirterek yargıya varıyor: Mesaj açık seçik gelmiştir; bundan sonrası sana, senin bilincine ve gönlüne kalmıştır (s. 160). Devam ediyor: Bugünün inancı, yüreklere yerleşmeden dillere yerleşen, insanı doyurmadan semirten, gözleri açmadan açıkgözler yaratan kaba kesim bir doktrin (s. 105-106).
Bunca telaş arasında ‘şiir’e de dokunuyor: Şiir ... sizi olağan/gündelik yaşayıştan düşüren bir deneyimdir (s. 23). Şaire de: ... ozan ... Ne sözü eğip bükerek tanınmaz hâle getirebilir ne de bir saçak altında durabilir (s. 121).
Yurttaşlık Bilgisi yazısını ağlayarak okumadım lâkin ağlamaktan beter oldum. Türkiye’de bir Ahmet Uluçay olmanın ne menemliğini çok iyi anladım.
Çıkış yok mu? Elbette var: Ya öl, ya kendin ol! (s. 19). Bunu başarabilmek için, “Türkiye, eşeğe ters binmiş yeni çocuklarını bekliyor” (s. 45).
Çocuk İnanmak İstiyor başlıklı metinle bitiyor kitap. Çobanoğlu’nun mesajı açık. Gelecek, geçmiş olmasın!. Ben de, “Türkçenin eline doğdum” (s. 143) diyen şairin, altına imza atmaktan ‘övünç’ duyacağım bir başka sözüyle bitiriyorum: Sözcükler kaderindir (s. 164).