Necip Fazıl’la tarzlarınız çok farklı, şairin düşünce ve yazı hayatınızdaki yeri ve etkisinden de biraz bahsedebilir misiniz?
1990’ların başında sıradan bir lise öğrencisi ve hemen ertesinde üniversite öğrencisiyken, genellikle ferahfeza zamanların kitaplarına ilgi duyuyor, kitlelerin kitap okuma alışkanlıklarını paylaşıyordum. Necip Fazıl okumaya başlayınca tabiri caizse programım değişti. Daha alevli, atak ve gaye dolu bir okur haline geldim. Ama bu bir tuzaktı. Tuzaktan sanırım mizacım sayesinde kurtuldum. Mizacım beni sürekli serüvene çağırıyordu. İlerleyen yıllarda dipnotlarını takip ederek Necip Fazıl’dan uzaklaştım.
Tuzak derken neyi kastediyorsunuz?
Tuzaktı; çünkü çok güçlü bir üslup, ateşli bir karakterdir Necip Fazıl. Sizi şok eder, uyuşturur ve teslim alır. Teslim alındığınız yerde kalırsınız. Bu aslında bütün güçlü yazarların okurlarında yol açtığı bir tesirdir. Necip Fazıl’ın dipnotlarında Arthur Rimbaud, Charles Baudelaire, Verlaine benzeri isimler vardı. Onları merak ettim ve Fransız edebiyatına geçtim. O yol beni bugüne getirdi. Yani onların Batı’da devamı olan modern edebiyata ulaştım. Bugün benim yazdıklarımın Necip Fazıl evreninden farkını oluşturan şey bu aslında. Fark kaçınılmaz biçimde oluştu. Çünkü Necip Fazıl’ın Türkiye’de modern anlamda sürdürücüsü yoktur. Onun güçlü evreninde mecalsizleşen, dolayısıyla büyük oranda onu tekrar eden kollar var.
MİKRO-İKTİDARI DEŞELERİM
Ödülün veriliş amacında “Toplumsal ve siyasal olaylar zemininde güç ve birey ilişkilerini sorgulayan” açıklaması var. Toplumsal ve siyasal ilişkilere bakış açınız nasıldır?
Jüriye bu ince dikkati için teşekkür ederim. Benim yazdıklarım öteden beri mikro-iktidar ilişkilerine eğilen metinlerdir aynı zamanda. Romanlarımın alt metninde uzun uzun deşelemeye çalıştığım temel bir meseledir iktidar. Bu konuyu “delilik” bağlamında daha önceki söyleşilerimden birinde uzun uzun anlatmış, temellendirmeye çalışmıştım.
Peki bir edebiyatçının bu iktidar ilişkisinde durması gerektiği yerle ilgili neler söylemek istersiniz?
Türkiye’de edebiyat çabası, güncel sathi politik pozisyonlar tarafından sık sık emilir. Ayartılır. Bizim gibi dünya merkez sisteminin periferisinde kalan ülkelerin kaderidir bu. Böylece ne içindeyiz politikanın ne de büsbütün dışında. İma ettiğim mısraların büyük yazarı Tanpınar; “Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle ilgilenmek lüksü vermiyor…” diyordu. Tamamen aynı görüşteyim. Bizlerin ülkemizde -öyle bir şey mümkün olabilse bile- pür sanata hasredilmiş öyle ferahfeza zamanlarımız yoktur. Olamaz da. Seviyesi ne olursa olsun, kültürel bölünmüşlük bunun en büyük nedeni elbette.
AŞKIN PATOLOJİSİNE YOLCULUK DAVETİ
“Umudun Göğe Yükselişi” adlı son kitabınızda emir komuta güzergahında aşkı işlemişsiniz. Aşkı her durum ve ortamda sorgulamak, hayatı bir başka şekilde okuma biçimi mi?
Evet, öyle de söylenebilir. Ama aynı zamanda iki insan arasındaki “mikro-iktidar” ilişkilerinin ters yüz edilmesine yönelik bir provokasyondu. Diğer taraftan da elbette büyük harfle “Aşk” dediğimiz şeyin hakikatine, derinliklerine ve denilebilirse “patolojisine” doğru, hep birlikte bir yolculuk davetiydi.
MEKANLA VEDALAŞAMIYORUM
Geçmişle bağını koparmayan yazarlardan birisiniz. Bu geçmiş bazen çocukluk, bazen eski dostluklar ve muhabbet ortamları... Değişen ne oldu?
Mekânı atladınız. Aslında en baskın unsur mekândır benim zihnimde. Mekânla vedalaşamıyorum. “Eve Dönemezsin” romanımın başkarakteri bu yüzden mekânın kendisidir. Bilemiyorum, belki de sadece yaşlanmaya karşı umutsuz bir itiraz biçimidir bende bu. Belki başımdan geçen her şeyi hafızamda saklı tutmaya dönük, yine aynı kapıya çıkan bir umutsuz çabadır. Belki artık iyiden iyiye bir budalanın zihnini andırmaya başlayan hızlı-hayatın, bizi geçmişsizliğe mahkum etmek için kurduğu tuzaklardan sıyrılma çabasıdır.