Prof. Miriam Cooke, Amerika’daki Duke Üniversitesi’nde Arap Kültürleri hakkında dersler veriyor. Özellikle Müslüman feministlerin kendilerini ifade yöntemlerini araştırıyor. Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nde ders vermek üzere İstanbul’a gelen Cooke ile İslami feminizm kavramı, savaşlarda kadının rolü ve edebiyat, Suriye devriminin öncesi ve sonrasını konuştuk. Cooke, İslami metinlere dayanan İslami feminist söylemlerin çok güçlü olduğunu belirtiyor.
İslâmcı feministlerin büyük çoğunluğu, eşitlik prensibinin ataerkil düşünce ve uygulamalarla engellendiğini ve bu sebeple de Kur’ân’ın kadın-dostu bir bakış açısıyla yeniden yorumlanması gerektiğini savunuyor. Sizce İslâmî feminizm ataerkil bir İslâm yorumundan ne oranda etkileniyor?
Öncelikle İslâmî feminizmin her iki terimini de tanımlamanın elzem olduğunu düşünüyorum. “Kadınlar İslâm’a Sahip Çıkıyor” adlı kitabımda anlamını daha net bir şekilde açıklamak için dinî ve ideolojik terminolojiyi kuramlaştırdım. Feminizm Nedir? Feminizm Batı’ya ait değildir ve sadece kadınlarla kısıtlanamaz. Erkekler de feminist olabilir.
Bu algı sadece Ortadoğu ülkelerinde mi hakim?
Çoğu insan feminizmi bölücü eylemcilik ve bilhassa erkekleri reddetme ile karıştırıyor ve bu yüzden bu terimi kullanmaya bir isteksizlik duyuyor. Bu sadece Türkiye’de değil Amerika’da da öyle. Kuvvetli kadınlar olarak gördüğüm Duke Üniversitesi’ndeki birçok öğrencim kendilerine feminist demeyi reddediyorlar. Tekrarlamak gerekirse, bir ideoloji olarak feminizm evrenseldir. Her ne kadar terimin aslı Batı’ya dair olsa da Batı’ya ait değildir.
Peki İslâmî Feminizm teriminin içindeki İslâmî nedir?
Women Claim Islam, adlı kitabımda bir şekilde İslâm’la bağlantılı olarak belirtilebilecek feminizmin üç seviyesi arasındaki farktan bahsettim. Bunlar, Müslümanlıktan, İslâmî olmaya ve hatta İslâmcı olmaya kadar uzanabilecek kavramlar. Müslüman feministler, bireyin Müslüman olması gerçeğinin ötesinde İslâmiyete atfetmeden toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle ilgilenir ve kaygı duyar. Müslüman bir feminist ‘İslâmiyetin düzeltilemez bir biçimde ataerkil ve kadın düşmanı oluşu algısı’nı eleştirir. İslâmî feministler toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle ilgilenirken mutlak bir iman ile kadın haklarını savunurlar ve büyük bir titizlikle dayandıkları temel, İslâmî metinlerdir. İslâmcı feministler aynı zamanda aktivistlerdir, fakat gayeleri bazı haklara sahip olacakları ve sınırlı bir rol alacakları İslâmî bir devlet kurmaktır. Tekrarlamak gerekirse, İslâmî feminizm laik duruştan dinî-siyâsî duruşa kadar bir spektrum sergileyen orta yoldur.
Ortadoğu’da genellikle ataerkil bir toplum yapısı var. Bu anlamda sizin bahsettiğiniz İslami feminstler nasıl bir yol izlediler ?
İslâmî feministler, erkeklerin İslâmî metinleri yorumlarken kadınları daha aşağı görmelerini alenen protesto eder. 1920’lerin sonlarında Lübnan’lı Nazira Zeineddine ile başlayacak olursak İslâmî feministler kendilerini Kur’ân çalışmaları ve hadislerin sahih yorumları konusunda eğitmişlerdir. Gayeleri bu metinlerin toplumsal cinsiyet eşitliğine ne kadar parmak bastıklarını ve geçen yüzyıllar süresince erkeklerin bunları yorumlarken âdilâne bir tavır sergilemediklerini göstermektir. Meselâ Arapçadaki “kıvame” kelimesinin açıkça erkeğin üstünlüğünü tebliğ eden bir kavram olmadığını tam aksine kadınların kendilerini destekleyemediği zamanlarda destek garantisi anlamına geldiğini savunuyorlar. Hatta bazıları kadınların sosyoekonomik olarak eşlerinden desteğe ihtiyacı olan erkeklere nazaran daha kuvvetli bir pozisyonda olduklarında yine Arapça tabiriyle “kavvame ale’r rical” olduğunu savunmuşlardır. İslâmî feministlerin tartışmalarındaki anahtar nokta, Kur’ân ve sünnetin doğasında var olan kadın ve erkeğin arasındaki eşitlik ve karşılıklı hürmettir.
Sizce İslâmcı feminist söylem Müslüman kadınların bizzat inşa ettiği bir söylem mi yoksa batılı anlamdaki feminizmin bir devamı niteliğinde mi?
İslâmî feminist söylem, Müslüman kadınların kendi içinde buldukları sosyo-ekonomik ve politik durumlardan ortaya çıkar. Kesinlikle Batılı anlamdaki feminizmin bir devamı değildir.Bu söylemin Batılı unsur diyebileceğimiz tek yönü Avro-Amerikan terimi olan “feminist” kelimesinin kullanılmasıdır. Bu yüzden Arap kadınlar Arapça terimler kullanmışlar ve hiçbir zaman Batılı bir terim olan “feminizm” kelimesini kullanmamışlardır. 20. yüzyılın başlarında Mısırlı Kadınlar Birliği’nin lideri, Huda Shaarawi gibi kadınlar kendilerine “nisâî” kelimesini uygun bulmuşlardır. Bu kelime, “kadına dair” fakat aynı zamanda “kadın aktivist” ve dolayısıyla “feminist” mânâsına gelen ve zıt anlamlar taşıyan bir sıfattır. Zamanla “nisâî” yerine “nisvi” kelimesi kullanılmıştır. Kelimenin müphemliği artık kendi toplumlarındaki kadın düşmanlığı unsurlarını değiştirmeye adanmışlık gayesine hizmet etmez olmuştur. Daha önce söylediğim gibi feminizm yerel durumlardan ortaya çıkan evrensel bir projedir ve bazen başka yerlerdeki feminizmle aynı polenlerin çapraz döllendiği gibi bir döllenme yaşar.
İsrail ne yapacağını bilemedi
Müslüman feministlerin kendilerini ifade yöntemleri genelde edebiyat aracılığı ile mi oluyor? Eğer öyle ise sizce bu anlamda en güçlü edebî eserler hangi ülkenin kadınlarından çıktı?
Hayır, İslâmî (ve İslâmî kelimesi üstünde ısrarla duruyorum) feministler genelde ideolojik duruşlarını ifadede edebiyatı kullanmıyorlar. Çoğu, antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi ve ekonomi gibi dinî ve sosyal bilim dallarını kullanıyor. Çünkü bu dallar edebiyatın dolaylı olarak söylediğini açıkça ve dolaysız olarak ifade ediyor. Fakat inanıyorum ki edebiyat aslında en etkin bir yol olabilir. Çünkü hikâyeler, teorilerden ve özellikle karmaşık teorilerden daha çok insanın aklında yer eder. Hangi ülkenin en çok İslâmî feminist edebiyat ürettiğini söylemek zor çünkü bir çok ülkede kadınlar hikâye ve hatırat yazıyor. Mısırlı Nawal El Saadawi’yi veya İran’lı Shireen Ebadi’nin, Pakistan’lı Malala Yousafzai ve Fas’lı Fatima Mernissi otobiyografilerini kim unutabilir?
Cezayir’de Fransa’ya karşı verilmiş bağımsızlık savaşı, 1948 ve 1967 Filistin-İsrail savaşları ve İntifada, Irak-İran Savaşı ve Körfez Savaşı sırasında kadınların rolünü edebiyat üzerinden incelediniz. Halen devam eden Filistin mücadelesinden başlarsak sizin ilgilendiğiniz dönem nasıldı ?
Bu önemli bir soru ve bu soruyu cevaplarken, Kadınlar ve Savaş Hikâyesi’nde de (1997) yazdığım gibi, son 70 yıldaki enformasyon ve savaş teknolojilerindeki değişimi de göz önünde bulundurmak gerekir. 1948’ de Filistin topraklarında İsrail devleti kurulduğunda, yerel halk bu kadar sayıda insanın topraklarından uzak tutulabilmesinin uzun soluklu olmayacağına inanıyordu. Birçoğu geri dönme umuduyla UNRWA kamplarına sığındı. O zaman, Samira Azzam bu durumu kaleme alan ender kadınlardan biriydi.
Ne yazmıştı hikayelerinde ?
1967 savaşından sonra, Batı Şeria’nın kadınları İsrail işgaline karşı ayağa kalktı. Ne zaman askerlerin geldiğini duysalar çocuklarıyla caddelere çıkarak taş attılar. Kadınların mücadele yöntemi çok etkiliydi çünkü karşı askerle savaşmak üzere eğitilen İsrailliler bu olağandışı direniş karşısında ne yapacaklarını bilemediler. Azzam hikâyelerinde, özellikle “Süleyman’ın Havuzları” kitabında Yahudi teröristlerden kaçan bir ailenin trajedisini anlattı. Azzam bu güçlü hikâyede, çocuklarını ve ailelerini savunması beklenen erkeklerin güçsüz bırakılışlarını anlatır.
Filistin’de Samira Azzam dışında başka kadın yazarlar yok mu peki?
Sahar Khalifeh, işgalin başlangıcı itibarıyla kadınların bu etkili mücadelesini konu alan üç roman yazmıştır. Onun “Vahşi Dikenler” isimli kitabı 1974’te basıldı ve burada kadınların silahsız direnişlerinin erkek direnişçilerin ölümüyle ve işgalcilerin güçlenmesiyle sonuçlanan şiddet içeren taktiklerinden daha etkili olduğunu detaylıca anlatır.
Cezayir devrimi hakkında araştırmalar yaptınız. Bu devrimde kadınların rolü neydi ve edebiyata nasıl yansıdı?
Cezayir Devrimi (1954-1962) direnişe kadınları da dahil eden ilk Arap savaşıydı. Gillo Pontecorvo’ nun filmi “Cezayir Savaşı” kadınların etkili katılımını Frantz Fanon tarafından yüceltilen bağlamda dramatize eder. Kadınların mücadele şekline Fransızca “strategiefemme” (kadın stratejisi) demiştir. Ancak Cezayir’de ve dağlarda erkeklerin yanında savaşan ve bu kadar etkili olan kadınlar sonuçta önemlerini yitirdiler ve evlerinin karanlığına geri itildiler. Assia Djebar bu gerileme sürecine şahit oldu ve 1985’de basılan toplumsal otobiyografisi Aşk ve Fantazya kitabında onun izlerini sürdü. Cezayir’in 1830’daki Fransız işgaline dönerek, direnişin parçası olan fakat sonra tarihin dışında bırakılan kadınların hikâyelerini tekrar ortaya çıkardı. Bu kadınların deneyimleri çağdaş yurttaşlarının beklentilerini karşıladı ve o da onları tarihe geri kazandırmaya karar verdi. Ama aynı zamanda 19. yüzyıl ve 1950’ler kadın hikâyelerinin arasında kendi tecrübelerini de yazdı ve bu yüzden de otobiyografik romanına “toplumsal otobiyografi” dendi.
En acı tecrübeleri Iraklı kadınlar yaşadı sanırım.
Irak-İran Savaşı (1980-1988) son geleneksel savaştı, başka bir deyişle antikçağdan beri savaşların olduğu şekilde, erkeklerin kadınları evde bırakarak savaşa gittiği türden bir savaş. Ayetullah Humeyni’nin İran’daki İslâmî Devrimi’nin başarısından bir yıl sonra, Saddam Hüseyin komşusuna savaş açtı. Erkekler evlerini bırakarak “cephe”ye gittiler ve Avrupalıların I. Dünya Savaşı’nda yaptıkları gibi siperlerde savaştılar. Kadınlar Saddam’ın kendi halkını muhtemelen ölecekleri bir savaşa göndererek işlediği suçu yazdılar. Bu savaşın bitişinden 2 yıl sonra, Irak başkanı Saddam Kuveyt’i işgal etti ve ABD başkanı George H. Bush’u Iraklı askerleri Kuveyt’ten çıkarmak için çok uluslu bir ittifak oluşturmaya itti. Dunya Mikhail gibi Irak’lı kadınlar 1991 Körfez Savaşı’nda yaşadıkları dehşeti, Amerikan uçaklarının gökten ateş açmalarını yazdılar.
Bu iç savaş değil devrim
2007 yılında Suriye savaşından önce Muhalif Suriye’de Karşıt Sanatları Resmîleştirmek ve ayrıca Nazire Zeyneddin: İslâmî Feminizmin Öncüsü adlı iki kitap çıkardınız. O dönemde Suriye’de gözlemlerde bulundunuz. Savaş öncesi muhalefet Suriye’de nasıldı?
1990’ların ortalarında Suriye’de olduğum sırada, yazarlarla, film yapımcılarıyla ve rejime karşı çıkan entelektüellerle tanıştım. Bazıları politik görüşlerinden dolayı hapsedilmişlerdi. Yine de sevdikleri ülkelerinden ayrılmamışlardı. Onlar Suriye’de kalma cesareti gösterenlerdi ve onların sözü sürgündekilerin söylemlerinden daha anlamlı ve güçlüydü. Onlar, Sadık el- Azim’in bana tarif ettiği ihtilaf ve şehitlik arasındaki çizgide dâimî bir tehlike içinde yaşıyor ve üretiyorlardı. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Avrupa’nın uydu ülkelerinin çökmesinin ardından, Hafız Esad benzer bir ayaklanmadan korktu ve benim Suriye’de olduğum döneme kimileri ona Şamşesku –Şam (Suriye) ve Çavuşesku’nun (1989’da idam edilen Romanya Başkanı) birleşimi olan- adını verdi. Esad da aynı kaderi paylaşmak istemedi. Hafız Esad rejimi oyunun kuralına boyun eğmeyen entelektüellerin muhalefetine karşı zalim davrandığından dolayı muhalefetin mecâzî bir lisanda gizlenmiş olması gerekmekteydi.
Hafız Esad’ın politikası sanata nasıl yansıdı?
Senaryo yazarı Ghassan Al-Jabai siyâsî aktivistliği dolayısıyla on yılını hapiste geçirdi ve bu sürede yaşadığı dehşet verici deneyimleri hakkında dolaylı hikâyeler kaleme aldı. Bana, örneğin mahkumların hapishane avlusuna çıktıklarında duvarlarda gördükleri büyük yağ izleri gibi bir takım akıl sır ermeyen görüntülerden bahsetti. Bu yağ neydi diye sorduğumda “birkaç saat önce asılan adamların gölgeleri” diye cevap verdi. Film yapımcısı Muhammed Malas’ın 1990’larda çekilmiş kompleks filmi “Gece,” 2000’ de Hafız Esad’ın ölümünden sonra oğlu Beşar’ın başa geçmesi ve Şam baharının yeşermesine izin vermesinden evvel kimsenin konu etmeye cesaret edemediği, 1982 Hama katliamına işaret eder. Entelektüeller sonunda özgürce bir araya gelebileceklerine, düşünüp konuşabileceklerine ve ihtilaflarını ifade edebileceklerine inandılar. Ne kadar da yanıldılar.
Suriye’de savaş sonrası Suriyeli muhalefetin sanatla ilişkisi nasıl bir değişimden geçti?
Son 7 yılı bir devrim olarak nitelendirmeyi tercih ederim. Neden? Çünkü benim bildiğim Suriye’li sanatçıların Mart 2011’de ve bugüne dek olanlara dair değerlendirmeleri böyledir. Grafik sanatçısı olan Sana Yazigi birçok websitesinde kısa bir süre yayınlanan sonra da ortadan kaybolan bir sürü sanat eseri olduğunu fark etti ve bu eserlerin arşivlenmesi için “ Suriye Devriminin Yaratıcı Hafızası” adında bir site kurdu. Bugüne dek her gün yeni bir eser eklenen bu site aktif bir halde devam etmektedir. Değişen şey sanat eserlerinin açıkça ortaya konma doğasıdır.
Beşar’ı aşağılamak yeni sanatın adı
Geçen yıl yayınlanan ve ses getiren çalışmanız “Şam’da Dans Etmek: Sanat, Dirençlilik ve Suriye Devrimi” Suriyeliler’in başlattığı bu yeni sanata nasıl bir yorum getiriyor ?
Kitabımda gösterdiğim gibi yeni bir sanat türü vardır. Bu sanata “ Beşar’ı Aşağılamak” adını verdim. Hafız Esad’ın baskısına şahit olan biri için kadınların ve erkeklerin ne kadar cesur davrandıklarını görmek hayret verici bir olay. Hükümet tarafından kolayca erişilebilir olmamalarına rağmen, başkanlarının ülkeye yaptıklarını eleştirdiklerinde yine de çok ciddi risk altındalar. Bazı sanatçılar ülkeden kaçmak zorunda kaldı ve başka bir yerde hayata tekrar başladılar. Kitabımın kapağını zerafetle süsleyen balerini çizen Wissam al-Jazairi şimdi Almanya’da. “Bekleme” adını verdiği ve dairesinde veya boş bir sokakta çekip yayınladığı kendi resimleri, yas tutmuş bir adamın halini yansıtıyor.