Güney Afrika’nın Cape Town şehrinde yaşayan gazeteci Shafiq Morton, 1978 yılında Cape Town Üniversitesi’nde İngilizce ve Psikoloji alanında lisans eğitimini aldıktan sonra yine aynı üniversitede eğitim alanında yüksek lisans yapmış. Öğrencilik yıllarında medya ve gazetecilikle uğraşmış olan Morton, aynı yıllarda Cape Flats, Lavender Hill’de öğretmenlik de yapmaya başlamış. Öğretmenlik yaptıktan sonra tam zamanlı olarak medyaya geçen Morton, bir derginin editörlüğünü yapmış ve telgraf servisleri ile yerel yayınlar için foto muhabiri olarak da görev almış. Güney Afrika yakın tarihine şahitlik eden Morton; 1970’lerden itibaren de ülkesindeki ayrımcı, ırkçı rejim karşısında kendini mücadelenin içerisinde bulmuş. Bir gazeteci olarak Morton, ülkesindeki Avrupa kökenli beyazlar tarafından, baasskap adı da verilen ve beyaz ırkın diğer ırklardan üstün olduğunu savunan bir ideoloji olan apartheid karşıtı kampanya sürecini gözler önüne sermiş. Organize suç örgütü kurmak ve anarşi yaratmak suçundan yedi arkadaşıyla birlikte müebbet hapse mahkum edilen Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilk siyahî devlet başkanı olan Nelson Mandela’nın
serbest bırakılmasıyla ilgili haberler yapmış.
İslam sonsuz bir merhamet okyanusu
1980’lerde İslam’ı benimseyen Morton, “İslam o kadar derin bir okyanus ki, içinde yüzmeye başladığınız anda yüzmeye devam ediyorsunuz, yüzüyorsunuz, yüzüyorsunuz ve asla kıyının diğer ucuna ulaşamayacaksınız. Çünkü o kadar büyük bir okyanus ki. Şeyh Nazım Hakani’nin söylediği gibi, sonsuz bir Merhamet Okyanusu” diyor.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) doğumunun yıl dönümünü ve herkesi tevhid bayrağı altında toplayan sevgisini idrak etmek gayesiyle her yıl verilmekte olan “DOST” İslâm’a Hizmet Ödülleri” 30 Eylül Cumartesi günü Youtube’da gerçekleştirilecek olan törenle sahiplerini bulacak. Türk Kadınları Kültür Derneği ve Kerim Vakfı tarafından “Teslimiyet” başlığı ile düzenlenecek gecede takdim edilecek 20. “DOST” İslâm’a Hizmet Ödülleri, Türkiye’den Yaman Dede’ye ve yurt dışından gazeteci Shafiq Morton’a verilecek. Yeni Şafak Pazar olarak ödül töreninden önce Türkiye’ye gelen gazeteci Shafiq Morton ve Kerim Vakfı’nın kurucusu Cemâlnur Salgut ile bir araya geldik.
Ülkenizde büyük siyasi çalkantıların yaşandığı 1960'lı yıllarda büyüdünüz ve ülkenin tarihindeki en karmaşık dönemlerden bazılarına tanıklık ettiniz. 1970'lerden itibaren kendinizi apartheid (ayrımcı) rejimine karşı mücadelenin içinde buldunuz ve bir gazeteci olarak Güney Afrika’nın özgürlüğü için savaştınız...
1960 yılında, altı yaşındayken, Langa Kasabası’na çok yakın bir yerde yaşıyorduk. O yılın Mart ayında, yaklaşık 30 bin genç siyah erkek aktivist Philip Kgosana önderliğinde apartheid’ın geçiş yasalarını protesto etmek için Cape Town şehir merkezine yürüdü. Bu benim ilk siyasi deneyimimdi. Çok fazla gürültü vardı ama yürüyüşçüler barışçıldı. 24 saat sonra hükümet Olağanüstü Hal ilan etti, çok sayıda tutuklama yapıldı. Ötekinden korkulduğunu gördüm -beyazlar siyahlardan korkuyordu- ve küçücük zihnimde bunun nedenini merak ettim. O dönem, Mandela ve diğer yedi Afrika Ulusal Kongresi üyesinin ömür boyu hapse atıldığı 1964’teki Vatana İhanet Davası ve Rivonia Davası dönemiydi. 1972 yılında 17 yaşındayken askere alındım. Bir yıl boyunca askere gitmem ya da 5 yıl hapis yatmam gerekiyordu. Orduda apartheid (ayrımcı) rejimin acımasız adaletsizliklerini ilk elden gördüm. Ordudan nefret ettim. Sanırım ordu da benden nefret ediyordu. Daha sonra politik olarak aktif bir kampüs olan Cape Town Üniversitesi’ne gittim. Orada sosyal teori, politika ve protesto hakkında bilgi edindim. 1976’da Soweto ayaklanması, polisin sokaklarda insanları dövmesi ve yargılanmadan gözaltına alınmalar oldu. İşte o zaman gazeteciliğe başladım (bir süre ilçelerde İngilizce öğretmenliği de yaptım) ve apartheid’ın adaletsizliklerine daha fazla maruz kaldım.
Geceleri dağda uyudum
Apartheid karşıtı gazeteciler olarak apartheid hakkındaki gerçekleri ifşa etmek gibi ahlaki bir görevimiz vardı ve bunun çoğu zaman bir bedeli oluyordu: Yayınların yasaklanması, polis tacizi ve bazen de tutuklanma. 1983’te kurulan apartheid karşıtı Birleşik Demokratik Cephe’nin tabandan bir destekçisiydim. 1985 yılındaki ayaklanma sırasında pek çok şey gördüm. Polis saldırıları, sokak çatışmaları, şiddet, gözaltılar, ölümler, cenazeler, neşe, üzüntü. 1985’in sonlarında kendimi güvenlik polisi -İmam Abdullah Haron ve Ahmed Timol gibi aktivistleri öldüren Afrikalı haydutlar- tarafından aranırken buldum. O zamana kadar İslam beni bulmuştu. Güvenlik polisinin istediği bilgilere sahiptim ve beni “sorgulamak” istiyorlardı. Beni yakalarlarsa, işkencelerine dayanamayacağımdan korkuyordum. Başkalarına ihanet edeceğimden. Bu yüzden kaçmak ve saklanmak zorunda kaldım. Gün boyunca Müslüman azizlerimizin makamlarında (türbelerinde) saklanıyordum. Güvenlik polisi oraya bakmayı hiç düşünmedi. Geceleri ise dağda uyurdum. Apartheid karşıtı mücadele “ırkçılık karşıtı” olduğunu iddia ediyordu ama bu saçmaydı çünkü ırkı inkâr edemezsiniz. İslam’ın “ırkçılık karşıtı” bakış açısı çok daha anlamlıydı. Hucurat Suresi’nin dediği gibi, Allah kim olduğumuzu kabul eder, ancak ayrımcılık yapmadan ve birbirimize karşılıklı saygı ve sevgiyle.
New York’ta Şeyh al-Haqqani sayesinde İslam’ı kucaklayanlar oldu
1997 yılında Nakşibendiliğin Hâkkânî kolunun kurucusu Türk mutasavvıf Şeyh Naazim Adel al-Haqqani ile birlikte fotoğrafçı olarak ABD’ye gittiniz. Bu deneyimi nasıl tanımlarsınız?
Mevlana Şeyh Naazim ile seyahatlerimde ilginç olan şey, Büyük Şeyhimin aslında Mekke’den Seyyid Muhammed Alevi el-Maliki el-Hasani olmasıdır. Yani ben Nakşibendî, Şazelî ve Kadiriyye tarikatlarında ba’yah tabarruk olan Bâ Alevi’yim.Biz hep beraberiz, kalplerimizde birleştik. Seyh Naazim Washington’da tasavvuf üzerine uluslararası bir konferans verdi. Herhangi bir büyük şeyhe uzun süre yakın olmak hayat değiştiren bir şeydir. Şeyh Naazim bir veli, bir Allah dostu, gittiğimiz her yerde ruhları koruyucu kanatları altında toplayan bir adam. Birleşmiş Milletler’in fuayesinde, New York’taki bir camide, hatta konferanstaki sahnede pek çok insan onun ellerinde İslam’ı kucakladı. En sevdiği İngilizce deyim “merhamet okyanusları” idi. O okyanuslara yelken açan bir geminin kaptanıydı.
Şeyh Ebubekir cemaatimizin tarihinde kilit bir figür
Türkiye’de bulunma sebebiniz olan Şeyh Ebu Bekir Efendi’nin hikâyesi üzerinden dönemin tarihsel panoramasını anlatan kitabınız 2023 yılında IRCICA tarafından yayımlandı. Şeyh Ebu Bekir Efendi 19.yüzyılın ikinci yarısında Sultan Abdülaziz tarafından Güney Afrika’ya gitmek üzere görevlendirildi. O dönemi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşımını kısaca nasıl değerlendirirsiniz?
Cape Town Müslüman toplumu aslen Afrika›dan Uzak Doğu'ya uzanan büyük bir çeşitliliğe sahip bir köle topluluğuydu. Batavia ve Amsterdam arasında bir dinlenme istasyonu olarak Ümit Burnu’nu ele geçiren Hollanda Doğu Hindistan Şirketi, 1667’den 1795’e kadar Endonezya’dan 182 siyasi sürgünü Cape’e göndermiştir. Bazıları İslam›ı canlı tutan Sufi şeyhler ve öğretmenlerdi. Ancak 1795’ten sonra başka şeyh gelmedi. Böylece 1800’lerin ortalarında insanlar İslam’ı kaybetmeye başladılar. Eski metinleri okuyamıyorlardı. Cemaatte çok fazla kaos ve bölünme vardı. Bir grup yaşlı, Kraliçe Victoria’ya bir mektup göndererek kendilerine ders verecek bir âlim istediler. Türkiye ve İngiltere arasında bir antlaşma vardı ve bu yüzden mektubu Londra’daki Türk büyükelçisine gönderdiler ve o da Sultan’a iletti. Şeyh Ebubekir’in 1862’de Cape’e gönderilmesi kısaca bu şekilde gerçekleşti. Cape’teki Müslümanların İstanbul›daki Sultan›ı nihai dini sembolleri olarak gördüklerine inanıyorum. Osmanlı İmparatorluğu İslam'ın siyasi merkezi olarak görülüyordu.
Şeyh Ebubekir cemaatimizin tarihinde kilit bir figürdür.
Büyük ihtiyaç duyduğumuz bir anda bize bilginin ışığını getirdi.
Tasavvuf Güney Afrika’da yaşayan bir gelenek
Güney Afrika’daki Sufi çalışmalarını karakterize eden nedir?
Güney Afrikalı Müslümanlar, Güney Afrika’nın 60 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 4’ünü oluşturuyor. Siyaset ve ekonominin pek çok alanında önemli bir rol oynuyorlar. Örneğin kabinenin iki bakanı Naledi Pandor ve Ebrahim Patel Müslüman. Cape›de İslam›ın 350 yılı aşkın bir süredir ayakta kalmasının nedeni Sufizmdir. Endonezya’dan Cape’e sürgün edilen tüm şeyhler (çoğu evliyaydı) Sufi şeyhleriydi ve toprağın derinliklerine maneviyat tohumlarını ektiler. Örneğin Medine Enstitüsü ve Güney Afrika Uluslararası Barış Koleji bu geleneğe dayanan iki yerel kurumdur. Ancak tasavvuf burada yaşayan bir gelenektir. Ratib el-Haddad gibi evradlar toplum hayatının organik bir parçasıdır. Burada birçok tarikatımız var. Kadiriyye, Nakşibendî, Şazelî, Çisti, Ticani, Bâ Alevi vb. Kadiriyye geleneğine bağlı Rifâî etkiler de var.
İslam ve Sufizm size nasıl rehberlik etti?
Tasavvuf benim varlığımın tam merkezindedir. Pek çok hatam var ama beni temellendiren, bana rehberlik eden, beni sınayan, beni rahatlatan tasavvuftur. Şeyhim kamışa üfler, Rumi benim şarkım, hayat dansımdır.
En etkili 500 Müslümandan biri olarak gösterildiniz...
Hiçbir zaman kişisel statü sahibi biri olmadım. Ancak 2009-2012 yılları arasında Muslim 500’de yer almam Güney Afrika İslamı için harikaydı. Bu, dünya haritasında ümmetin bir parçası olarak tanındığımız anlamına geliyordu.
Dost Ödülü sevgi ve neşe dolu bir deneyim oldu
Yaşam boyu süren çalışmalarınız ve son kitabınızla İslam’a hizmet ödülü olan Dost ödülüne layık görüldünüz. Duygu ve düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
“DOST” İslâm’a Hizmet Ödülleri birlik ve beraber olmak anlamına geliyor aslında. ‘Um’ yani ‘anne’ kelimesi her şeyin tek bir noktadan geldiğinin delili. Küçük bir bölge olmamıza rağmen bize bu ödülün takdim edilmesi bir kıvanç kaynağı. Çünkü Güney Afrika’nın da temeli bu maneviyata dayanıyor ve Güney Afrika’da tasavvufla bezenmiş birçok evliya var. ‘Dost Ödülü’ benim için sadece çok dokunaklı ve son derece alçakgönüllü bir an değil, aynı zamanda sevgi ve neşe dolu bir deneyim oldu. Muhteşem Cemâlnur Sargut Hanımefendi ile tanışmak benim için bir onur ve ayrıcalık. Türkiye, büyük Şeyh Ken’ân Rifâ’î’nin ve ondan önce gelenlerin izinde yürüyen, onun gibi vizyonerlere sahip olduğu için gerçekten kutsanmış durumda.
Allah dostları birbirini tanıyor
“İslâm, teslim demek” ifadesini kullanan ise bu yılki temanın Teslimiyet olmasını sebebini şu sözlerle açıklıyor: “Geçen sene bir tevafuk oldu. Ölüm temasını seçtiğimiz yıl büyük bir deprem yaşadık. Bu ödülü geçen yıl William Chittick’e vermiştik. Chittickler dünyaca tanınan ve hizmet eden Müslümanlar. Bu sene de İslâm âleminin karşılaştığı hadiseleri karşılamanın yolunun teslimiyet olduğu bilinciyle bu başlığı idrak etmeyi diledik.” “20 sene önce özellikle İslâm’a ve Hz. Peygamber’e hizmet edenlere, haddimizi aşarak bir ödül vermeye karar verdiğimizde bu bize lütuf oldu” diyen Sargut, “Hz. Peygamber’e olan aşkımızla bu yolda hizmet etmeyi zevk haline getirdik” diyor ve ekliyor: “20 yıldır birbirinden güzel dönüşler aldık. Bu program bir örneklik teşkil etti ve birçok vakıf benzer programlar düzenledi. Ödül verdiklerimizin çoğu bütün İslâm âleminden ödül alan kişiler. Allah dostları birbirini tanıyor. Saf Suresi’nde buyrulduğu gibi yapışarak ve beraber hizmet etmek çok ses getirdi. Bu programın yapılması bize yaşam gücü veriyor ve İslâm âlemini daima birlikteliğe yönlendiren bir program olmasını diliyorum.”