Ulusların kendi kültürel öğelerini bir iletişim kanalı olarak kullanarak kendilerini tanıtmalarına odaklanmaları yeni bir kavramı literatüre kazandırdı. Bu kavram; “kültürel diplomasi.” Bir ülkenin diğer milletlerden insanları kendi kültürüne, toplumuna çekerek, farklı ülkelerden insanlar arasında kişisel bağlantıları güçlendirip kendi siyasi ideallerini ve politikalarını yabancı izleyicilerin gözünde daha çekici hale getirmesini sağlıyor kültürel diplomasi. 1959 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından ilk kez kullanılan bu kavram, "yumuşak güç" kavramı ile birlikte ele alınmakta. Yumuşak güç, ülkelerin farklı kamuoylarında gündem oluşturma ve konuların sınırlarını belirlemede başat faktör olması sebebiyle son yirmi yıldır devletler nezdinde çok daha kritik hale geldi.
Türkiye de son yirmi yıldır yumuşak gücünü aktif hale getirmiş ve değerlerini, gelecek tasavvurunu ve kültürel niteliklerini dünyaya anlatma çalışmalarına hız kazandırarak imajını daha net bir şekilde ifade etmeye başlamış bir ülke konumunda. Kamu diplomasisi politikaları ve yumuşak gücü ile ülkemiz ilk kez kendi imajını kendisi inşa edecek bir pozisyona ulaşmaya başladı.
Türkiye’nin kültürel diplomasisine sivil alanda katkı sağlayan ve ülkemiz edebiyatı üzerinden dünya genelinde Türkiye’nin imajını oluşturma çalışmaları yürüten Introtema Telif Hakları Ajansı kurucusu Dr. Muhammed Ağırakça ile kültürel diplomasi ve telif hakları ajansı arasındaki bağı ele alırken, şu iki soruya yanıt aradık:
-Bir yumuşak güç olarak Türk yayıncılığının dünyadaki karşılığı nedir?
-Yayıncılığımızın uluslararası açılımı ne anlama geliyor?
Dr. Muhammed Ağırakça, 2008 -2009 yıllarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Dış İlişkiler Müdürlüğünde yöneticilik görevlerinde bulunmuş ve yerel diplomasi üzerine çalışmalar yapmış. Akabinde de yurt dışı eğitim danışmanlığı, yabancılara Türkçe dil eğitimleri ve yabancı dil eğitimleri alanında faaliyetler göstermiş hem Türkiye’de hem yurt dışında birçok insanın Türkçe öğrenmesinde önemli rol üstlenmiş bir isim. 2018 yılında kurmuş olduğu Akdem Telif Hakları ve Tercüme Ajansı bünyesinde 5 yılda çok önemli çalışmalara imza atan Ağırakça, 2023 yılı başında Albayrak Medya ile güçlerini birleştirerek ‘Introtema’ adı ile yeni ve küresel bir yapıya sokmak için kolları sıvadı.
Otuzdan fazla ülkede kültür ve eğitim alanında önde gelen isimlerle bir araya gelerek projeler yapan Ağırakça ile kültür diplomasisi ve Türk yayıncılığının uluslararası açılımı üzerine keyifli bir sohbet yaptık.
İşiniz gereği çok sayıda ülkeye ziyaretlerde bulunuyorsunuz ve sahayı gözlemleme imkânınız var. Türkiye’nin kültür diplomasisini bu bağlamda nerde görüyorsunuz?
1997’den beri çeşitli vesilelerle yurt dışında bulunuyorum. Türkiye, kültür diplomasisi alanında Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ile birlikte çok ciddi bir ivme yakaladı. TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif Okulları ve YTB gibi büyük yapılanmalar sayesinde kültürel diplomaside çok büyük ataklar yaptı. Eskiden lisans ve lisansüstü eğitim almak için çok az sayıda öğrenci Türkiye’yi tercih ediyordu. Şimdi yılda iki yüz binden fazla yabancı öğrenci ülkemizde eğitim almakta. Bu öğrenciler kültür diplomasisi için o kadar değerli ki bunun faydalarını belki 15-20 yıl sonra çok daha iyi anlayacağız. Kültür diplomasimizdeki etkiyi sadece saymış olduğum kurumlarla sınırlamak da çok doğru değil. Dolaylı olarak Türk Hava Yollarımız, Türk Kızılayı, AFAD, TRT, TÜRKSOY gibi kurumlarımız da çok büyük katkılar sunuyor dünyadaki kültür diplomasimize. Türkiye’de gelişen ve uluslararası markalarımız haline gelen sivil toplum kuruluşlarımızın dünya genelindeki katkılarına bakıldığında onların da bambaşka bir etken olduğu görülüyor. İşte bunlar arasındaki koordinasyon, iletişim ve ortak projelerin gelişmesi böyle zamanlarda çok büyük bir önem arz ediyor. Bu iletişimin daha da güçlenmesi adına Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının çabaları da son yıllarda gözle görülür bir şekilde artmış durumda.
Kültür diplomasisinde bahsetmiş olduğunuz bu gelişmelerin yayıncılık alanındaki yansımalarını nasıl okuyorsunuz? Türk yayıncıları bu kültür diplomasisinde nasıl bir rol oynuyor?
Öncelikle Türkçe öğretiminden de belki birkaç cümle bahsetmekte fayda var. Yunus Emre Enstitümüz sayesinde Türkçe dünyada öne çıkan diller arasına girdi. Dünya genelinde 60 ülkede 70’ten fazla merkezde Türkçe eğitimlerinin yapılması, Maarif Vakfının 50’den fazla ülkede 400’ü aşkın kurumda yüz binden fazla öğrenciye dokunması Türk dili ve Türk bayrağının dalgalandırılması adına çok büyük gelişmeler. Elbette adını az önce zikrettiğimiz diğer kültür diplomasisi kurumlarımızın da buna sağladığı katkılar var. Hepsini bir arada okuduğumuzda dünyada bir Türkçe rüzgarının estiğini söyleyebiliriz. Sorunuzu bu bağlamda değerlendirdiğimizde elbette ki dilimizi öğrenen kitle aynı zamanda edebiyatımıza da bir ilgi duyacaktır. Türkiye’de neler üretiliyor, kimler neler kaleme alıyor merak edilecek, yazarlarımızın yazdıklarının çevirileri için bir akım başlayacaktır. Bu nedenle Türk edebiyatının uluslararası açılımını birkaç telif hakları ajansının çalışmasına bağlamak, sadece belirli gelişmelerin ürünü olarak görmek kanımca eksik olur. Kümülatif bir değerin sonucu olarak dünyada Türk edebiyatına bir yönelme var denebilir.
Dünyada Türkçe öğrenimine olan ilgiyle Türk edebiyatının yaygınlaşmasını birbirine bağladınız. Yine birden fazla faktörün edebiyatımızın uluslararasılaşma sürecinde önemli rolü olduğunu belirttiniz. Nedir bu köşe taşları sizce?
2005 yılından önce Türkçeden farklı dillere yapılan çevirileri incelediğimizde Aziz Nesin, Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’in çevirilerinden öte çok fazla yazarımızı yurt dışında göremezdik. Bu yazarlarımızın da çevirilerini çok az sayıda gözlemlemekte idik. Bence en büyük ivmenin Atilla Koç Beyin Kültür Bakanlığı döneminde uygulamaya konulan TEDA projesi olduğunu söyleyebiliriz. TEDA Projesi sayesinde Türk edebiyatından farklı dillere yapılan çevirilere Kültür ve Turizm Bakanlığımız destek vermeye başladı. Bugün TEDA desteği ile dünya genelinde 87 ülkede 4000’e yakın eserimiz 60 ayrı dilde basıldı. Elbette TEDA’nın faaliyete geçmesinin hemen akabinde 2006 yılında Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülünü alması, 2008 yılında Türkiye’nin Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nda onur konuğu olması, yine 2010 İstanbul Kültür Başkenti sürecinde yapılan çalışmalar edebiyatımızın kültür diplomasisinde aldığı yeri her geçen gün perçinlemiştir. Daha sonra Türkiye’nin Londra Kitap Fuarı’ndaki onur konukluğu, 2016 yılında benim de hali hazırda organizasyon komitesi başkanlığını yürütmüş olduğum İstanbul Publishing Fellowship programının başlaması, bu kapsamda her yıl 60’ı aşkın ülkeden 300 kadar yayıncının ülkemizde buluşup İstanbul’u bir telif pazarı haline getirmesi ciddi çalışmalar olarak ele alınabilir.
Türk edebiyatının daha çok hangi ülkelerde karşılığını görüyorsunuz?
Aslında telif hakları ajansımızı kurma sürecinde bir şeyi fark ettik. Türkiye’deki çok az sayıda yayıncımız üretmiş olduğu eserleri yurt dışına sunuyor. Türk yayın pazarı hep telif alımı üzerine kurulmuş bir pazar. Yayıncılara sunulan destekler de mütevazı girişimlerin sonucunda karşılık bulmuş. Yaygınlaşma serüveni çok agresif bir tanıtıma maruz kalmamış. Bunun üzerine bir takım oyunu kurarak en yakın coğrafyadan işe koyulduk. Daha önceki iş tecrübelerimizin getirdiği birikime dayalı olarak kendimize ilk başta Arapça konuşan pazarı hedef olarak belirledik. Bu coğrafyaya çok kısa süre içinde önemli sayıda telif satışı gerçekleştirdik. Umman’dan Fas’a kadar, Cezayir, Lübnan, Katar, Ürdün, Mısır ve hemen hemen bütün Arapça konuşan coğrafyaya Türk edebiyatını çok hızlı bir şekilde yaygınlaştırma imkânı bulduk. Aslında bunu yaparken bize bu altlığı sağlayan çok kıymetli bir sektör vardı. Türk dizi sektörü. Dizilerden kaynaklı bir Türkçe ve Türkiye hayranlığı yayıncı kitlesinin dikkatini hemen çekti ve bizim doğru zamanda yapmış olduğumuz bu doğru hamle adeta büyük bir kültür diplomasisine dönüştü. Dünyanın her yerinde Türkiye ile bağ kuran ve Türkiye’ye dost insan sayısını arttırmak için kolları sıvadık ve diğer coğrafyalara yöneldik. Elbette bizim "gönül coğrafyası" olarak andığımız coğrafyalarda çok daha hızlı netice alıyorduk. Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Balkan ülkeleri bu bağlamda en çok telif sattığımız ülkeler oldu. Ama bu ülkelerin dışında daha önce Türk edebiyatından hemen hemen hiç eser yayınlamamış Nepal, Moğolistan, Çin, Malta gibi ülkelere de telif satışları gerçekleştirdik. Almanya, İtalya ve Meksika'ya telif satışlarımız oldu. Şimdi Arjantin'de, Kore'de ve Suudi Arabistan'da bizimle çalışan ekip arkadaşlarımız var. Dünyanın dört bir tarafında olmanın, Türk kültürünü, edebiyatını bu coğrafyalarda tanıtmanın tadı bambaşka.
Sizce diplomatik ilişkilerimizle edebiyatımızın yaygınlaşması paralel mi gidiyor? Siyasi ilişkilerimizin gergin olduğu halde telif satışı yaptığınız coğrafyalar oldu mu? Yumuşak güç kavramını bu bağlamda nasıl okuyorsunuz?
Arap coğrafyasına telif satarken Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri ile Türkiye’nin siyasi olarak ciddi bir gerginliği vardı. Ama bu dönemde bile biz edebiyatımızdan ürünleri bu ülkelere sunabildik. Siyasi ilişkiler gergin diye biz bu ülkelerin kitap fuarlarına gitmemezlik etmedik. "Siyaset ayrıştırır, kültür birleştirir" sloganıyla bütün yayıncı dostlarımızla çok sıcak ilişkiler kurduk. Ermenistan’a da telif sattık, Azerbaycan’a da telif sattık. Kürtçeye telif sattık, Fransızcaya telif sattık. Bu süre içinde siyasi ilişkiler bizim iş alanımızı olumsuz etkilemedi. Daha doğrusu tam burada biz "yumuşak gücü" kullandık. Yani kültür üzerinden, telif satışı üzerinden Türkiye’nin uluslararası alanda bilinirliğini, güvenilirliğini ve itibarını artırmak için özel bir çaba gösterdik. Aslında temel mesele sizin o ülkenin yayıncısı ile kurmuş olduğunuz dostluk ilişkisi. Daha sonra da onun bu kitabı yayınlayıp kendi ülkesindeki okurda bir karşılığını ortaya koyması meselesi. Bu durumda sizin bu yumuşak gücünüzün önünde kimse duramaz. Zira okur Türk dizisini seyrediyor, Türk müziğini dinliyor, Türkiye’ye tatile geliyor. Elbette Türkçeden çevrilmiş bir eseri de okumak onun gönlünde bir yer edinmek adına çok ciddi bir önem arz ediyor.
Türkçeden farklı dillere çevrilen eserlerle ilgili olarak tespitleriniz nelerdir? Sizce kültür diplomasisinde bu eserlerden çok istifade ediliyor mu?
Sanırım en çok zorlandığımız alanlardan birisi bu. Zira biz yayıncı ile irtibat kurup eseri tanıtıyor, telif satış sürecini yönetiyor akabinde de tercümesine destek oluyoruz. Asıl kültür diplomasisi sürecinin eserin yayınlanması akabinde başladığını düşünüyorum. Yazarın o coğrafyada tanıtılması, eserlerin o bölgedeki edebiyat dergilerine konu olması, sosyal medya üzerinden eserlerin o dilde tanıtımı, yazarla okurun buluşması gibi konularda daha yolun başındayız. Bu bağlamda bir anekdotu aktarmak istiyorum. Yıl boyunca çokça fuara gidiyoruz. Bir Arap ülkesinde fuarda idik. O ülkede kültür diplomasisi alanında önemli bir kurumun yetkilisi geldi. Uzun yıllardır da o ülkede görev yapıyordu. Bizim Peyami Safa, Tarık Buğra, Cengiz Dağcı, Mustafa Kutlu, Necip Fazıl Kısakürek gibi yazarların kitaplarını o ülkenin diline çevirdiğimizi söylediğimizde yetkili arkadaş çok şaşırdı. Kendisine ülkedeki yayınevleri ile olan diyaloğunu sorduğumda "biz yayıncılarla pek tanışmıyoruz" dedi. Kültür dünyasında olan, bir kültür kurumu yöneten yönetici o ülkenin yayıncıları ile hiç oturmamış, bir yemek yememiş, sohbet etmemiş, birlikte bir etkinlik yapmamış. Bu durum bize çok garip geliyor inanın. Kültürün en temel öğelerinden birisidir edebiyat. Yayıncı ile diyaloğu olmayan bir kültür insanını hayal dahi edemiyorum. Bunları aşmak için çok daha fazla çalışmamız gerekiyor. Uluslararası kitap fuarlarında da zaman zaman ülke standımızda büyükelçiliklerde görev yapan arkadaşlarımızı görüyoruz. O ülkenin eğitim kurumlarından kopuklar, yayın camiasından kopuklar, sivil toplumundan uzaklar. Bunları aştığımız zaman bizler gerçek anlamda kültür diplomasisini kurabiliriz diye düşünüyorum.
Son olarak dünya kamuoyunda olumlu bir Türkiye algısı oluşmasına yönelik kültürel faaliyetlerin yeterince yapıldığını düşünüyor musunuz?
Bu konuda çok büyük bir çabanın olduğunun farkındayız. Ama işin başında olduğumuzu düşünüyorum. 1992’de TİKA’yı, 2007 yılında Yunus Emre Enstitüsü’nü, 2010’da YTB’yi 2016’da ise Türkiye Maarif Vakfı’nı kurmuşuz. Kültür diplomasimizin lokomotifi denecek olan kurumların yaşı çok genç. Fransız Enstitüsü 1907’de, British Council 1934’te, Goethe Enstitüsü 1951’de, Cervantes Enstitüsü 1991’de kurulmuş. Şimdi bu kurumlarla kıyaslandığı zaman bu tür çalışmalara çok geç başlamışız. Türkiye’de yaşanan iç siyasi krizlerden uluslararası kültür diplomasisi için bir alan açılmamış. Uluslararası kitap fuarlarında, kültür aktivitelerinde hala biz kendi ülkemizin kurumlarının stantlarını göremiyoruz. Uluslararası Kitap fuarlarında sadece İstanbul Ticaret Odası stant açıyor. Yurt dışında bir fuarda idik ajans ekibi olarak. Kendi aramızda Türkçe konuşuyorduk. 18 yaşında o ülkenin vatandaşı olan bir kız arkamızdan koştu. "Sizinle Türkçe konuşabilir miyim?" dedi. Çok mutlu olduk. Sonra çok acı bir şey söyledi. "Bu fuarda Amerikan Kültür standı var, İspanyollar var, Almanlar var, İranlılar var. Bu ülke insanı en çok sizi seviyor ama siz yoksunuz! Ben bu fuarda en çok Türk bayrağını görmek istiyorum!" Bu anı hiç unutamıyorum. Bizim de elimizde kitap bavulları ile gittiğimiz, ülke standı olarak yerimizin olmadığı için bavullardan kitap çıkarıp yayıncılara sunduğumuz ve çok zorlandığımız bir fuardı bu fuar. Çok aşırı üzülmüştüm bu kızımızın cümlelerine. İnanın bu tür etkinliklere iştirak için sadece maddi imkansızlıkları öne sürmek çok yanlış. Çok basit ilişkileri kullanarak bizi önemseyen coğrafyalar başta olmak üzere her yerde olmalıyız. Yoktan var etmeye çalışarak, imkansızlıklardan imkanlar çıkararak bu günlere gelmiş insanlarız. Bu konuda çok daha fazla çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Ama elbette bunları söylerken de bundan 20 yıl önce adımızı dahi duymayan coğrafyalar şimdi bizim yolumuzu gözlediğini bilerek konuşuyorum. Bunu da unutmamak lazım. Ümitvar olup çok çalışarak sanırım bu beklentileri karşılayabiliriz. Biz sivil bir ekip olarak bunu kendimize iş edindik. Kendimizi sektörde öncü kuvvet gibi görüyoruz. Gücümüz yettiğince, yokluk zamanlarında da bolluk zamanlarında da geri durmadan, çok çalışarak büyük bir gayret içindeyiz. Ekip ruhu ile çalıştığınızda 20-30 kişi ile bile büyük işlere imza atabiliyorsunuz. Türkiye yüzyılı ruhu sizi ve ekibinizi güçlü tutuyor.
Muhammed Ağırakça kimdir?
Muhammed Ağırakça, 1979 yılında doğdu, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden 2001 yılında mezun oldu. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsünde yüksek lisans ve doktora alanında çalışmalarını tamamladı. 2006 yılından itibaren yabancı dil öğretimi alanında çalışmalar yürüten Ağırakça, 2009 yılında Türklere yabancı dil öğretimi yayınları da yapan Akdem Yayınlarını kurdu. Dünya genelinde Türk edebiyatının tanıtılması için 2018 yılında Akdem Telif Hakları ve Tercüme Ajansını kurdu. 2023 yılında Albayrak Grup bünyesinde Introtema Agency markasıyla çalışmalarına devam eden ajans, bugüne kadar 3000’e yakın Türkçe eserin 30 farklı dilde 50’den fazla ülkede yayınlanmasını sağladı. Türkiye’deki göçmen nüfusun kültür ağı içerisinde çok önemli projeleri koordine eden Dr. Ağırakça, 2016 yılından itibaren Türk yayıncılık dünyası içinde en büyük uluslararası etkinlik olan İstanbul Publishing Fellowship Programının organizasyon komitesi başkanlık görevini yürütüyor. 30’dan fazla ülkede bulunan Dr. Ağırakça, sivil alanda Türk Kültür Diplomasisinde önemli çalışmalara imza atmış ve birçok uluslararası kültür kurumu ile ortak çalışmaları yönetmiş.