İstanbul hâlâ güneşin ardında/ufuklarında birkaç kara leke/birkaç kan pıhtısı dudaklarında/İstanbul hâlâ sevimli mi sevimli/ve hâlâ bir tomurcuk tadında/yürüyelim seninle İstanbul’da... diyor şair ve yazar Nurullah Genç “Yürüyelim Seninle İstanbul’da” şiirinde. “İstanbul ve Sen” şiirinde ise İstanbul bana hep seni hatırlatıyor/Çünkü onun gözleri de en az seninki kadar yeşil ifadelerini kullanıyor. Nurullah Genç nice yazarların, şairlerin ilham kaynağı olan İstanbul tutkusu üzerinde duruyor, pek çok aşina semtin sokaklarında yürüyor şair duyarlığıyla. Genç, İstanbul’un şiirlerine ve eserlerine ilham veren bir şehir olduğunu vurgularken, şehrin tarihsel ve ruhsal katmanlarının edebiyatında nasıl yankı bulduğunu da “İstanbul özel bir şehirdir. Bir medeniyet abidesidir. Uzun zaman Osmanlı’ya payitaht olarak hizmet vermiş ve dünyanın gözdesi haline gelmiştir. Bu nedenle İstanbul’un, medeniyetimizin herhangi bir mensubunun gönül dünyasını süslemesinden daha tabii bir şey olamaz” diyerek açıklıyor. Nurullah Genç, İstanbul’u sadece bir şehir olarak değil, bir ruh hali ve edebi bir kaynak olarak nitelendiriyor. Genç ile İstanbul’u ve kendi yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı, 1980 darbesinin arifesinde anarşi ve kaosun hüküm sürdüğü yılları ele aldığı Timaş Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşan ödüllü ilk romanı “Tutkular Keder Oldu”dan yola çıkarak Erzurum’dan İstanbul’a uzanan hikâyesini konuştuk.
İstanbul bir medeniyet abidesidir
n İstanbul, edebiyatınızda ve şiirlerinizde sıkça yer bulan bir şehir. İstanbul sizin için ne ifade ediyor? Bu şehirle kurduğunuz bağın edebi eserlerinize yansıması nasıl oldu?
İstanbul benim için başat şehirlerden birisidir. Mekke, Medine, Kudüs ve İstanbul. İstanbul, fethi müjdelenmiş şehirdir. Bu nedenle güle benzetilmiştir. Ertuğrul Gazi’nin torunlarına vasiyetidir: “İstanbul’u alın ve gül bahçesi yapın.” İkinci Murat Han, Fatih Sultan Mehmet’in doğumu kendisine müjdelendiğinde, Murad’ın bahçesinde Gül-i Muhammedî açtığını söylemiştir. O ünlü portresinde Fatih Sultan Mehmet’e neden gül koklattığı sorulduğunda, Nakkaş Sinan’ın, güle gül koklattığını söylediği rivayet edilir. Bu nedenle İstanbul özel bir şehirdir. Bir medeniyet abidesidir. Uzun zaman Osmanlı’ya payitaht olarak hizmet vermiş ve dünyanın gözdesi haline gelmiştir. Bu nedenle İstanbul’un, medeniyetimizin herhangi bir mensubunun gönül dünyasını süslemesinden daha tabii bir şey olamaz.
İstanbul benim dünyama çocukluk yıllarımızda girdi. Geceleri köyümüzdeki konak odasında İslam tarihi okuyan büyüklerimiz, mukaddes şehirler Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra dördüncü en önemli şehir olarak İstanbul’u anar ve uzun uzun konuşurlardı. Battal Gazi destanları okunurken de zaman zaman İstanbul konuşulurdu. Gönül dünyamıza önemli bir gösterge olarak kazımışlardı İstanbul’u. Yıllar içinde sanat edebiyat çalışmaları yapmaya başlayınca ufkuma yerleşti İstanbul ve oradan yüzlerce yıllık mazisiyle bakıp durdu bana. “Yürüyelim Seninle İstanbul”da şiiriyle içimden mısralara döküldü ve daha sonra pek çok şiirimde vücut buldu. Fotoğraf sanatına başladıktan sonra çok sayıda fotoğrafıma konu oldu. Hâlâ içimden geçmeye ve sanat çalışmalarımda yer almaya devam ediyor.
n İstanbul’un hızla modernleşmesi ve değişmesi birçok sanatçıyı etkiliyor. Siz İstanbul’un bu dönüşümü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sahih olan İstanbul’u yitirdik maalesef. Yeditepeyi bulmak o kadar zorlaştı ki. Yüksek bir yerden bile yedi tepeyi aynı anda göremiyorsunuz. İstanbul’a haksızlık ettik ve tarihi dokusunu koruyamadık. Modern İstanbul, İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkardı; yüzlerce yılın birikimiyle derin bir anlam kazanmış olan bu şehri beton yığınlarından ibaret sığ bir şehre dönüştürdü. Modernliği, geçmişi ortadan kaldırmak olarak anlayanların ülkemize ettikleri zulmün neticesidir bu.
Oysa bir şehrin kimliği geçmişinin korunmasıyla muhafaza edilebilir. Bir şehrin dili, yüzyıllar içerisinden getirdiği birikimle anlam kazanır. Biz bu birikimi maalesef hoyratça harcadık ve İstanbul’u büyük ölçüde dilsiz bıraktık. İbn Haldun, bedevi umrandan hazeri umrana geçişte, medeniyetin ve dolayısıyla şehrin müspet bir yapıya kavuşması için iki kritik unsurdan söz eder: Yöneticiler ve sermayeyi ellerinde bulunduranlar. Bizde ikisi de İstanbul’a ve dolayısıyla tarihimize gereken ihtimamı göstermemişlerdir ve İstanbul’da ağır bir şekilde yara almıştır. Bazen düşünüyorum ve kendi kendime şöyle bir soru soruyorum: “İstanbul şu son yüzyıl içinde başka bir milletin elinde olsa idi, şu andaki hali nasıl olurdu acaba?” Tarihi muhtevası açısından bu günkünden çok daha iyi olurdu diye düşünüyorum.
Yıllarca İstanbul fotoğrafları çektim ve eski İstanbul’u arayıp durdum. Bulamayınca, çektiğim derin acılar sonrası, Sen İstanbul Olsaydın Keşke diye bir şiir kaleme aldım.
Şiir “Karanlık akıyor Sarayburnu’ndan/İçinde şiirden bir mumdur zaman/Fitilinde duman duman ayrılık/Topkapı nasıl da incinmiş bundan/Kimindir bu Saray, bu Sultan kimdir/Diye haykırıyor Aya İrini” diye devam ediyor.
Surların çevresinde dolaşmak garip bir hüzün meydana getirir içimde
n İstanbul’un sokakları, köprüleri, Boğaz’ı edebiyatınızda ve hayatınızda özel bir yere sahip. Şehirde sizi en çok etkileyen ve ilham veren mekânlar nereler?
Tarihi Yarımada’nın haricinde Üsküdar ve Çamlıca Tepesi ziyadesiyle etkiler beni. Anadolu Kavağı’na doğru gittikçe içime farklı bir huzur dolar. Surların çevresinde dolaşmak ise garip bir hüzün meydana getirir içimde. Beyoğlu’nda Osmanlı’nın son yüz yılının karanlığını ve yıldızlarını söndüren eli görür gibi olurum. Mehmet Akif’in solgun yüzü gelir gözlerimin önüne. Alevlenir içim. Ancak her şeye rağmen, “Yürüyelim Seninle İstanbul”da şiirimden dolayı İstanbul’da yürümek benim için bambaşka bir duygudur. Lakin “Sen İstanbul Olsaydın Keşke” şiirim aklıma gelince de bir şeyler altüst olur tekrar dünyamda. İstanbul benim için artık bir meddücezir şehridir. Yıllardır hep böyle idi ve sanıyorum hep de böyle olacak. Ta ki İstanbul’u eski İstanbul’a benzetecek yeni çalışmalar yapana kadar. Bu olabilir mi kestirmek zor. Umut edelim yine de.
Yaşadığım kaosun içinden geldim bu günlere
Timaş Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşan ödüllü ilk romanınız “Tutkular Keder Oldu”, ülkemizin oldukça zor günlerden geçtiği bir dönemde, genç yüreklerin hayallerini dahi çepeçevre kuşatan karamsarlık, hüzün ve öfkeye karşılık ümit, sabır ve zorluklarla mücadeleyi samimi bir dil ve eşsiz bir kurguyla hatırlatıyor. Kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Roman yazma fikri içimde belirince, 1980’li yılların başında, neyi yazmalıyım diye zaman zaman düşünmeye başlamıştım. Birbirinden farklı pek çok konu için zihinsel çıkarımlarda bulunuyor ve bir türlü bur karara varamıyordum. Bir gün 12 Eylül 1980 Darbesi öncesini hatırlarken, roman yazma fikrim aklıma geldi. Kendi kendime gülümsemiştim. “Konuyu neden başka yerlerde arıyorsun. Yaşadığın bir kaosun içinden geldin bugünlere. Bundan daha iyi konu mu olur” diye geçirmiştim içimden. 1985 yılıydı. Kararımı verdim ve notlar almaya, birkaç ay geçtikten sonra da yazmaya başladım ve 1987 yılında yayınlandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Roman Yarışması açtığını öğrendim. Nasıl değerlendirilecek diye merak ettim ve yarışmaya gönderdim. Bakanlık romana Teşvik Ödülü verdi. Doğru yolda ilerlediğimi hissettim ve iyi bir motivasyon oldu benim için.
Romanın konusu içinde anlatılanlar, darbe öncesi yaşadıklarımızdan ve yaşandığını bildiğimiz hadiselerden mülhemdir.
İnsan hatayı önce kendisinde aramalı
Zülküf’ün sürekli hatalar yapması ve her defasında ağır bedeller ödemesi karakterin dramatik yapısının bir parçası. Bu hatalar ve bedeller üzerinden vermek istediğiniz toplumsal ya da psikolojik bir mesaj var mı?
İnsan hatalarında ısrar etmemeli. Başkalarını dinlemeye bilmeli ve saplantılı olmamalı. Zülküf böyle biriydi maalesef. İç sesinin mahkûmuydu ve dış seslere kapalıydı. İç sesi ise sürekli isyan eden, suçlayan ve tahkir eden bir karakterde idi. Kendisini sorgulamayı ve hatalarını düzeltmeyi kabul etmeyince acı bir sona doğru sürüklenip gitti. Yoksul bir aile yapısından gelmesi ve fiziki sıkıntıları onu garip ve hastalıklı bir ruh haliyle baş başa bırakmıştı çünkü. Yapacağı her şeyi kendisi için mubah görmeye başlayınca da toparlanamadı.
Bu halin toplumumuzda karşılığı olduğunu benzer hadiselerin yaşandığını zaman zaman görüyoruz. Bu nedenle, yıllarca önce Zülküf karakteri üzerinden “İnsan hatayı önce kendisinde aramalı” mesajını vermeye çalışmıştık. Çünkü Zülküf bunu yapamamanın cezasını ağır bir şekilde çekti ve bedelini ödedi.