Kitaplık çapında verdiği eserlerle yakından tanıdığımız Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Ana Bilimdalı Başkanı Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, tarihsellik, mâtürîdîlik, dinlerin sistemler üzerindeki etkisi ve İslam toplumlarının değişmeyen sorunlarına yönelik sorularımızı cevapladı.
İlk sorumu son zamanların en çok tartışılan dini konularından biri olan tarihsellikle ilgili sormak istiyorum. Siz İslâmi okumaların tarihselci yaklaşım üzerinden yapılmasına eleştiri getiriyor ve ayetlerin tarihsel değil tarihi olduğunu söylüyorsunuz. Aradaki fark nedir ve sizce tarihselcilerin yanılgıları, yanlışları nerede?
Tarihselcilik, insanın, toplumun ve dinin tarihinde tarihsel koşullara aşırı rol biçen ve neredeyse her şeyi tarihsel olana indirgeyerek yorumlayan bir tutum. Alman yorum geleneği bu aşırı indirgemeciliği eleştirmek için tarihsele (historismus) pejoratif bir ek getirerek tarihselci (historisismus) kelimesini türetmiştir. Tarihselcilik Kur’an’ın evrensel değerleri de içerdiğini kabul etse de indiği dönemin Arap kültürünün Kur’an üzerinde bir belirleyiciliği bulunduğunu, dinin bu kültür içinde doğmuş, yaşanmış, yorumlanıp biçimlendirilmiş olduğunu söyler. Kur’an insanın aklına ve vicdanına yabancılaşan yasasız (ümmi) bu yerleşik yapıyı, karanlığın hegemonyası (Maide, 49); hukuksuzluk düzeni (Fetih, 26); kötülüğün kaynağı (Müddessir, 5) olarak tanımlar ve oradan radikal bir kopuş talep eder. Dolayısıyla reddedilen ve kaldırılması için mücadele verilmesi istenen tarihsel-toplumsal koşulların Kur’an vahyinin karakterini belirlediğini ve her şeyin orada şekillenip bitirildiğini nasıl söyleriz? Daha da önemlisi, vahyin tarihe müdahalesine akıl, mantık, ahlak eşlik etmiyor mu? Ahlaki kaygı gözetmeden, sırf olan bitenin fotoğrafını çekmek için mi iniyor Kur’an vahyi? Tam tersi. O fotoğrafın gösterdiği sefaleti geride bırakmak için. Bunun için de Kur’an tarihsel koşulları aşacak insanın önüne bir gelişim diyalektiği koyuyor: Geçmişe karşı gelecek (ûlâ-ahiret); kaosa karşı yasa (fitne-din); hukuksuzluğa karşı güven (hamiyye-sekîne) gibi. Kadının kaderini erkeğin iki dudağı arasına yerleştiren ataerkil kültürü bir kadının (Havle’nin) nasıl yerle bir ettiğini gösteren Mücadele Suresi bu hukuksuz düzeni değiştirme iradesinin tipik örneğidir.
Tek başına bu olay bile, Kur’an vahyinin hazır bulduğu olguları/durumları ‘hak’ ‘hakikat’ ‘hakkaniyet’ değerlemesine göre yeniden hizaladığını gösterir. Peygamberler de bu kriterlere göre insanlar arasında hükmetmekle sorumludurlar (Bakara, 213). Böylece Kur’an tarihsel olanın belirlediği değil tarihsel olana şekil veren gerçek bir aktörle, insanla ve insanı yönlendiren tarihî değerlerle buluşturur bizi.
İSLAMİ KİMLİĞİ DEĞİL HAKİKATİ ÖNE ÇIKARMALI
İslamın doğuşundan günümüze toplum yapıları, ekonomik, kültürel ilişkiler vs. çok şeyde değişim yaşandı. Dinlerin sistemler üzerindeki etkisi azaldı ve bireyler süreç içinde ateizm veya deizme ilgi duyar hale geldiler. Bu tablo içerisinde İslam bu insanlara, bu toplumlara ne sunabilir?
Aslında İslam, siyasal, ekonomik, vs. bir sistemle değil bireyle ilgilenir. Sistemlere de bireyler üzerinden etki eder. İşin kötü yanı dinlerin sistemler özellikle de siyasal sistemler üzerindeki etkisi azalmadı, aksine arttı. Teo-strateji adıyla sayısız çalışma var bugün. Dinin insanları avutarak içine çeken makro bir sistem olarak pazarlandığı bu yapılar içinde bireyin hakkı-hukuku, özgürlüğü, onuru ikinci plana itilebilmektedir. A. Süruş’un ‘hakikat İslam’ı’ ile ‘kimlik İslam’ı’ arasındaki ayrımı bu riske dikkat çekmektedir. Hakikati değil de kimliği öncelediğimizde, başkaları kendi hakikatlerini inşa ederler. Adı bugün ateizm, deizm olur yarın başka bir şey.
BATI TOPLUMUNDA YAŞANAN KRİZ
Modern dünya laisizmi benimsemiş durumda. Ancak İslam toplumları İslam’ın hakimiyeti söz konusu olduğunda bundan hilafeti anlıyorlar. İslam, bir din devleti modelini öngörüyor mu? Eğer öngörmüyorsa, bunu böyle anlayan İslam dünyasının düşüncesinin değişebilmesi mümkün mü?
Hz. Peygamber’in vefatıyla İslam toplumunun kim tarafından ve nasıl yönetileceği konusunda bir tartışmanın yaşanması; yönetime gelen dört halifenin de göreve geliş tarzının birbirinden farklılığı, devletle ve yönetimle ilgili hususların dinî bir nitelik taşımadığını, siyasal alanın şartlara göre düzenlenmesinin Müslüman bireylere bırakıldığını gösterir. Ulemanın Hz. Peygamberin elçiliği (tebliğ), devlet başkanlığı (imâmet), yargılaması (kadâ) ve fetva vermesi (iftâ) arasında ayrım yapması bundandır. Tebliğini ve fetvalarını peygamberlik görevinin parçası saymış, devlet başkanlığını ve yargılamalarını ise bütün zamanları bağlayan uygulamalar olarak görmemişlerdir.
Laikliğin Batı’da bir kriz çözümü olarak ortaya çıktığını unutmamak gerekir. ‘Son kralı son papazın bağırsaklarıyla asın’ diyen Fransız devrimcilerini kilise karşıtı yapan kavgalardı bunlar. İç savaşların bezdirdiği Batı, dini tasfiye etmekle kontrol etmek arasında gitti geldi ve nihayetinde Fransız tipi laiklik denilen ve dinin kontrolüne dayanan bir laikliği benimsedi.
DEĞERLERİNE YABANCILAR
İslam ülkelerinin birçoğu üretemiyor, paylaşımda adil değil, eğitime gereğince önem vermiyor eleştirileri var. Bu durumdan kurtulmak için neler yapılmalı, zihniyet değişimimiz nasıl gerçekleşebilir?
Türkiye hariç İslam ülkelerinin tamamı sömürge-sonrası toplumlar olmanın travmalarını üzerlerinden atamadılar. Irksal olarak kabilelere, dinsel olarak mezheplere bölünmüş olmaları onları demokratik kültür, çoğulculuk, tolerans, liyakat gibi çağdaş yaşamı kuran bütün değerlere yabancılaştırmaktadır. Kurtulmak istedikleri olumsuz şartların devamını sağlayan bu olumsuzlukları zihinlerinden ve yüreklerinden atmadan bir değişim zor görünmektedir. Zira ilahi yasa öyle buyurur: “İnsanlar içlerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” (Rad’, 11).
Oku bile atabilmek için yayı geri çekeriz
Türkiye, birçoklarınca İslam dünyasında farklılığıyla, birikimiyle umut olarak görülen bir ülke. Oysa, bizde de sarih bir düşünce etrafında birlik yok. İslam hangi yaklaşımla ülkemizde ortak bir düşünce zemini oluşturabilir?
İnsan alışkanlıklar/gelenekler varlığıdır. Hep bildiklerini yineleyerek hayatta var olmanın imkânını ve güvenini keşfettikten sonra, bunu hayatının normaline dönüştürür. İnsanın yeni olana direnmesinin ardında bu vardır. Ama biliriz ki bir oku atabilmeniz için yayı tersine çekip germeniz gerekir. Yeni, başka ve daha fazla bir şey istiyorsak, dozunda bir gerilime imkân vermemiz gerekir. Yeter ki bu gerilim katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü, adil, merhametli, haktan ve hukuktan yana, yok etmeye değil yaşatmaya ayarlı koruyucu değerler kelimetü’t-takva (Fetih, 26) altında iş görsün.
Geçmişten faydalanmak ve eleştirmek önemli
Sizin Mâtürîdîliğe büyük vurgunuz var. Mâtürîdîlik İslam coğrafyasında sadece sınırlı bir alanda etkili olabildi. Bu saatten sonra geniş İslam coğrafyasını bu düşünceyle donatabilmek mümkün mü?
İmam Mâtürîdî’nin özgür iradeyi, içtihadı/aklı/re’yi savunması; bunlarla, dinin akla, mantığa ve tecrübeye kapalı dogmatik bir yapıya dönüştürülmesini engelleme çabası; alemde hikmeti/ yasalılığı kabulü; delile dayalı inancı savunması; ahlaki yargıların, doğruluk değerine de dikkatimizi çekmesi; insan fıtratının ayartılma riskine karşı aklın doğrularını önermesi; te’vil yöntemiyle çoğulcu metin yorumunun önünü açması; içtihadî ve örfi nesh kavramlarıyla, gerekçesi ortadan kalktığında mevcut hükmün yerine yenisini üretmede insana inisiyatif vermesi onu yaratıcı bir düşünür olarak öne çıkarmaktadır. Bugünümüzü kurarken geçmişin güçlü damarlarından yararlanmak hak, varsa bir yanlış işaret etmek vazifedir. Bu, bilimselliğin gereğidir.