Zeynep Sancar
Ailesini ziyaret edip Milli Miras Günü’ne katılmak için Gazze’ye giden Filistin Yönetimi Kültür Bakanı Atıf Ebu Seyf, 7 Ekim 2023’te 15 yaşındaki oğlu Yaser ile katliamın ortasında kaldı. Soykırımın ilk 85 gününe şahitlik eden ve yaşadıklarını kayıt altına alan Atıf Ebu Seyf’in günlükleri Biliyorum Bir Gün Bir Ülkemiz Olacak adıyla kitaplaştırıldı.
Filistin’in kültürel ve edebi mirasına katkıları olan ve akademik kimliği ile de tanınan Ebu Seyf, savaşın içine doğmuş ve bütün ömrü işgal, savaş ve çatışmalar içinde geçmiş.
Gazze’de 7 Ekim günü başlayan bu en ağır saldırı ve katliamların da birebir şahidi olan Atıf Ebu Seyf, aylardır ekranlardan çaresizlikle izlediğimiz, sosyal medyadan an be an önümüze düşen o görüntülerin orta yerinde oğlu ile beraber neler hissettiğini, neler düşündüğünü her kelimesi kalbimize batan bir üslupla yazıya dökmüş.
“Her şeyin güzel olduğu son saatler” diye başlıyor günlük. Cümleler akıp giderken aslında her şeyin o kadar da güzel olmadığını anlıyoruz. Abluka altında, her an, her saat bir patlamanın artık sıradan olduğu, süresinin, periyodunun bile ezberlendiği ve insanların işgalin tüm zorbalıklarına rağmen hayatın olağan akışında devam etmesi için çabaladığı bir atmosferi resmediyor önce Atıf Ebu Seyf.
KATLİAMIN İLK KURBANLARI
“Bir anda hiçbir uyarı olmadan, her yönden roket ve patlama sesleri gelmeye başladı. Roketlerin gökyüzünde süs gibi çizdiği duman çizgilerine bakarak yüzmeye devam ediyorduk. Bunun günlük sıradan bir eğitim tatbikatı olduğunu düşünüyorduk. Deniz ve kara yönünden artan sayıda roket ve patlama sesleri geliyordu. Gazze için bunlar epey doğal şeylerdi. Öyle sanıyorum ki bu sesler bir veya iki saat ancak sürer. Buna rağmen toplantıma zamanında katılabileceğimi düşünüyordum. Kıyıya doğru yüzerken İsmail’e de çıkmasını söylüyorum. Sudan çıkarken omuz silkerek: ‘Sıradan bir müdahale. Endişelenecek bir şey yok” dedi. Ona duracak gibi görünmediğini haykırıyorum. Karaya çıktığımda patlamalar gittikçe daha yüksek sesle kulaklarımızda çınlıyordu. Tuhaf bir şeylerin döndüğünü fark ediyorum. Bu tek seferlik bir tatbikata benzemiyordu.”
Panik halde kaldıkları otele ulaştıklarında ilk acı haberlerle de karşılaşıyorlar: “Saatlerce kimse ne olduğunu bilemedi. Sonra haberler gelmeye başladı. Arkadaşım genç şair ve müzisyen Ömer Ebu Şaviş Nuseyrat Kampı’nın önündeki denizde bizim gibi yüzerken bir arkadaşıyla birlikte savaş gemisinden atılan bir mermiyle öldürüldü. Onlar bu savaşın ilk iki kurbanıdır.”
BUGÜN İÇİN YAŞIYORUZ
Olayların daha da kötüye gideceğini anladıklarında Batı Şeria’dan Gazze’ye gelen Atıf Ebu Seyf, oğlu ve oteldeki diğer kişilerle Refah sınır kapısından geçmeyi düşünse de bir karar verir ve Gazze’de kalır. Sırf kendini kurtarmak için korkudan kaçmayı doğru bulmaz. O anki hislerini şöyle anlatıyor: “İlk savaşım 1973’te patlak verdiğinde sadece iki aylıktım ve o zamandan beri savaşların içinde yaşıyorum. Askıya Alınmış Bir Hayat romanıma ‘Naim bir savaşta doğdu ve yine bir savaşta öldü’ cümlesiyle başladım. Bunu ve 2014’te maruz kaldığım 51 günlük uzun saldırıyı hatırlayınca verdiğim karardan daha da emin oldum. Hayat nasıl iki ölüm arasında bir duraksamaysa Filistin de bir varoluş hâli olarak birçok savaşın ortasında bir mola.”
Ekranlarda Gazze’de yaşananları izlerken bunca korkunç olayı yaşayıp da nasıl hayata devam edebiliyorlar sorusunu soruyoruz çoğumuz. Atıf Ebu Seyf bunun cevabını şu cümlelerle veriyor:
“Gazze’de hiçbir şey basit değildir. Gençken bu gerçek beni çok sinirlendirirdi. Gelecek haftalar için planlar yapardım. Sonra askerlerin megafonlarla, kamptan geçen askeri araçlardan sokağa çıkma yasağı ilan ettiklerini duyardık. ‘İkinci bir emre kadar hareket etmek yok!’ o andan itibaren, gelecekte belirsiz bir zamana kadar, evlerimizden çıkmamıza izin verilmezdi; çıkarsak, başımıza gelebileceklerden sorumlu tutulamazdık. Bir genç için bu, öngörülebilir bir gelecek için okul yok demekti; işaretleyecek kimse olmadığı için ev ödevi yok demekti. Geceleri oyun alanında arkadaşlarımla futbol oynamak ya da herhangi biriyle takılmak yok demekti. Zamanla hiçbir şey planlamamayı öğrendim, ertesi gün ne yapacağımızı bile.
Annem, ‘Bugün için yaşıyoruz’ derdi. Şimdi bu cumartesi gününü düşündüğümde o gün kaçınılmaz olarak ‘savaşın ilk günü’ diye bilinecekti. Neredeyse unuttuğum bu dersi hatırlamayı düşünüyorum. Hiçbir şey planlamayın.”
HAYATTA KALDIĞIMIN KANITI
Ölmediğini bilmek için haberleri takip ediyor Atıf Ebu Seyf. Sık sık tekrarlıyor benzer ifadeleri zira ölümün sıradanlaştığı bir yerde nefes alıp vermek zorunda. “Savaş anıları garip bir şekilde olumludur, çünkü onlara sahip olmak için hayatta kalmanız gerekir.” diyerek kendini rahatlatmaya çalışsa da her gün nasıl bir kabûsa uyandıklarını da not ediyor bir kenara:
“Savaş zamanında uyandıktan sonraki ilk birkaç dakika en stresli anlardır. Uyanır, uyanmaz sevdiklerinizden kimsenin ölmediğini kontrol etmek için telefonunuza uzanırsınız. Ancak günler geçtikçe okuyacaklarınızdan korkmaya başlar ve telefonunuza uzanmadan önce tereddüt edersiniz. Bazı sabahlar telefonu elinize almamak için kendinizi zor tutarsınız. Bir noktada kötü haberler gelecektir.
Şehir moloz ve enkaz yığınlarından oluşan bir çöplüğe dönüşmüştür. Güzel binalar duman sütunları gibi yıkılıyor, içinde yaşayanların anıları rüzgârdaki kum gibi dağılıyor. Mümkün olduğunca uyumak ve dinlenmek için bilinçli bir çaba sarf ediyorum. Savaşta çoğu zaman aynı anda hem bitkin hem de sıkılmış oluyorsunuz. Hayatta kalmak için her an savaşmak zorundasınız ama hiçbir şey değişmiyor. Sık sık çocukken Birinci İntifada’da vurulduğum zamanı ve annemin bana geri getirilmeden önce birkaç dakikalığına gerçekten öldüğümü söylediğini düşünüyorum. Belki bu sefer de aynısını yapabilirim, ölümden dönebilirim düşüncesiyle rahatlıyorum. Hayatta kalmayı düşünüyor olmam bile şimdiye kadar hayatta kaldığımın kanıtı!”