İnsanlığın her tabii duygusuna, olgusuna değinen edebiyatın, söz konusu savaş ve göç olduğunda kayıtsız kalması beklenebilir mi? İlham, ‘acı’ da olsa yazarın kalemine yön verir. Resmi olarak 15 Mart 2011’de başlayan Suriye savaşı, 8 Aralık 2024’te Esed Rejimi’nin düşmesiyle sona erdi. Suriyeli yazarlar, on üç yıllık süreçte ait oldukları topraklardan çok uzaklara uçmak zorunda kalsalar da kalemleri onları hayata bağladı. Savaşı, göçü ve adaleti edebiyatla sorguladılar. Yeni hikâyelerini komşu topraklarda anlattılar. Bir toplumun edebiyat alanındaki eserleri, o toplumun fikirsel ve düşsel dünyasını, yaşam tarzlarını ve değer yargılarını muhteva eder. Dolayısıyla edebiyat alanında okuma ve inceleme yapmak aynı zamanda o toplumu ya da ferdi yakinen tanıma fırsatı bulmak demektir. Bu yüzden istedik ki bu ay Yeni Şafak Kitap ekinde sözü Suriyeli yazarlara bırakalım. Savaşın, göçün ve nihayetinde zaferin onların kalemine nasıl yön verdiğini, Türkiye’de geçen yazma serüvenlerini onlardan dinleyelim. Yaser Atraş, Hael Helmi Srour, Rula Salam, İbrahim Köku, Muhammed Firas Mansur, Abir Muhammed Al-Nahhas, Mustafa Taceddin el-Musa, Ömer Ahmed Şahrur, Obada Muhammed Osman ve Haydar Huri sorularımızı yanıtlayarak dosyamıza katkı sağlayan isimler oldular. Biz de onlara “Bir yazar olarak, savaş ve göç temalarını eserlerinizde nasıl ele aldınız?”, “Türkiye’de yaşamak yazarlık yeteneğinize neler kattı?” ve “Suriye’de rejimin düşmesiyle yeni bir dönem başlıyor. Bu durum sizin için ne ifade ediyor?” sorularını yönelttik.
Farklı bir kültürde üretmeye devam etmek
Müjdeli haberlerin ardından yakın zamanda Suriye’ye dönen Ömer Ahmed Şahrur, Türk halkı ile tanışıklığının göçten ve savaştan çok öncesine dayandığını söylüyor. Şahrur, Türkiye’de geçirdiği süreçle ilgili, “Son yıllarda Türk halkına ve Suriye halkına Arap-Türk ilişkilerinin önemini anlatmak için Türkiye’nin pek çok şehrinde bulundum. İslam’ın Arapları ve Türkleri birleştirdiğini vurguladım” diyor. “Bizi birleştiren şeyler, ayıranlardan çok daha fazla” diyen Hael Helmi Srour, özgür Suriye’ye döndüğünde “Türk-Suriye Fikir, Kültür ve Edebiyat Yakınlaşma Köprüsü”nü kurmaya niyetli görünüyor. Farklı bir kültürde üretmeye devam etmenin zorluklarından bahseden Yaser Atraş ise ortak tarihe ve inanışa sahip olduğu halde, beklemediği bir şekilde Türkiye’de yaşadığı dilsel yabancılaşmaya dikkat çekiyor. “Ülkemiz nasıl sarsıntı içindeyse biz de öyleydik; kalemimiz, açlık, yoksulluk, yerinden edilme ve bombardımanlarla mücadele eden bir ülkenin titreyen kalemi gibiydi. Halkımız sığınmacılık acısını yaşarken biz de bu acıları hissederek yazdık” ifadelerini kullanan Muhammed Firas Mansur, Türkiye’ye geldikten sonra kaleminin iki millet arasındaki uyuma odaklandığını anlatıyor. Abir Muhammed Al-Nahhas, “Kalemimin özgür olduğunu öğrendim” derken Mustafa Taceddin el-Musa ise göç yıllarının yaratıcılığını besleyen bir hazine olduğunu söylüyor. Yolculukların sonunda nihai durak olarak memleketlerine dönmeyi ve kelimelerini yeniden kendi topraklarında filizlendirmeyi isteyen yazarlar var… Bu anlamda Rula Salam, yeni Suriye hükümetinin, devleti kontrol etme ve halkın kendi içindekini entelektüel, edebi ve medyada ifade etme özgürlüğünün önünü açma konusunda büyük bir sorumluluğa ve farkındalığa sahip olacağını umduğunu söylüyor. Haydar Huri, “Kalemlerimiz güvenli bir geleceği yazmaya yönelecek” ifadelerini kullanırken Obada Muhammed Osman şair olarak, yeni bir vatanın doğuşunun başlı başına son derece şiirsel olduğunu söylüyor. Türkiye’deki yolculuklarının, öğrenmek ve kendilerini inşa etmek için bir olduğunu ifade eden İbrahim Kökü ise “Artık geri dönme ve inşa etme zamanı. Şu anda yazmakta olduğum bir romanım var, bunu Suriye’de tamamlayacağım” diyor.
Yazarlar dilsel yabancılaşmayı daha derin yaşar
Yaser Atraş
Aslında Suriye’den göç etmek zorunda kalmadan önce de orada bir yabancılaşma hissediyorduk; içsel bir yabancılaşma. Esad rejimi bir devletten çok bir çiftlik gibiydi. Bu yüzden şiirlerimde ve yazılarımda, Suriye’den ayrılmadan yirmi yıl önce bile, sıkça gurbet konusunu işlediğimi görürsünüz. 2011 yılında erken bir dönemde devrime katılmam nedeniyle ülkemden ayrılmak zorunda kaldıktan sonra 3 yıl boyunca Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşadım. Ardından, 2014 yılından itibaren Türkiye’de yaşamayı tercih ettim. Yabancılaşmamı daha da zorlaştıran en büyük etken ise dilsel yabancılaşma oldu. Şair ve yazar, bu durumu başkalarına göre daha derinden hisseder. Yeni bir dili öğrense bile, bu dille edebi eserler yazmak onun için zor olur; adeta ifade araçlarını kaybetmiş gibi hisseder. Savaş konuları, yazılarımda çok fazla yer almadı. Çünkü ben öncelikle insani bir şairim. Coşkulu, hamasi şiirleri pek sevmem. Savaşın insan üzerindeki etkileriyle, insanın bu süreçteki acıları ve ayrıntılarıyla daha çok ilgilenirim. Bence savaşı olgun bir şekilde ele almak, savaşın insan üzerindeki izlerini yazmaktır.
Kültürel, tarihi ve geleneksel yakınlık nedeniyle Türkiye’de yaşamayı tercih etmiştim ama zor bir dilsel yabancılaşma yaşadım. Şüphesiz, Türkiye’de yaşama deneyimi bana yeni bir halk ve yeni bir medeniyet hakkında kültürel bir bakış açısı kazandırdı. Burada, insanın içinde güzellik kültürü, düzen, çocuk ve kadın hakları daha derinleşiyor. Bütün bunlar özgün kültürün bir parçası haline geliyor ve daha sonra edebi üretimlerimizde kendini gösteriyor. Ancak yine de Arap bir şair ve yazar olarak kaldım. Türkiye’de yabancı bir şair olarak büyük uluslararası etkinliklere katıldım.
Suriye’de rejimin düşmesiyle yeni bir dönem başlıyor. Hâlâ inanamıyoruz! Şu anda dünyada hiç kimse bizim duygularımızı anlayamaz. 54 yıl boyunca devam eden Esad rejiminin yönetim sayfasını kapatmak bir mucizeydi. Ancak bu mucize, Suriye halkının hak ettiği onurlu bir yaşamı modern ve saygın bir vatanda elde etmekten vazgeçmeyen mücadelesiyle gerçekleşti. Şimdi önümüzde büyük ve tarihi sorumluluklar var. Biz entelektüeller olarak, ulusun geleceğini koruyacak ve insanın aidiyetini güçlendirip diğer milletlerle adil ortaklığını pekiştirecek bir ulusal, kültürel ve medeni kimlik inşa etmek için çalışmalıyız. Yeni dünyadaki en büyük mücadele kimlik mücadelesidir. “Sen kimsin?” sorusu, kim net bir şekilde cevap verebilmek de zaferdir.
Yeni vatanımda yüküm şiirler hikâyelerle doluydu
Hael Helmi Srour
Çocuk yaşta, annesinin kucağından koparılmış ve davasının tüm ayrıntılarını zorla, istemeden kaybetmiş biri olarak vatanımdan sürüldüğümde, savaşın bedeli benim için çok ağır ve pahalıydı. Çünkü ben, ilerici düşünceden nefret eden ve her türlü düşünce ve ifade özgürlüğünü reddeden bir diktatörlük rejimine karşı muhalif bir yazardım. Bu nedenle asla sessiz kalmadım. Elinde silah taşıyan bir savaşçı gibi kalemimle kahramanlık destanlarını satırlar ve dipnotlar arasında yazdım. Savaş, benim için her şeyi ifade ediyordu; çünkü yazarın bir savaşçı ancak aynı zamanda bir âşık olduğuna inanıyorum. Toprağa, vatana ve sevgiliye âşık bir savaşçı. Bu yüzden 2018 yılında Savaş Zamanında Âşık adlı ilk şiir kitabımı yayımladım. Bu eserim, Türkiye’deki Uluslararası Sanatçılar ve Aktivistler Birliği tarafından bana bir onur olarak takdim edildi. Ayrıca, Arap, yerel ve uluslararası en önemli gazetelerde yazdığım makaleler, savaş zamanı bir savaşçı, göç zamanı ise fikirlerimiz ve inançlarımızla kelime ve bilgi düşmanlarına karşı güçlü edebiyatçılar olma arasındaki ilişkiyi açıklayan birer mermi gibi oldu.
Çalınmış vatanımdan gelirken omzumda taşıdığım yükümde üç lira, bir matar, bir aspirin, akik ilahileri, bir avuç toprak, bir bülbül çığlığı, bir manzara kutusu ve yazılmış ama suyla yazıldığı için görünmez olan kelimeler vardı. Yeni vatanımda yüküm kelimeler, şiirler ve hikâyelerle doluydu; şairler, asil ruhlar ve yazarlarla olan hikâyemi anlatıyordu. Yeni vatanımda yolculuğum uzun sürdü. Yolumda Homeros beni çağırdı, kendine çekti ve kulağıma fısıldadı: “İlyada, Truva Atı’nı hak etmiyor mu?” Yeni vatanımda yaratıcılık için yeni bir yol buldum. Ritmimde, müziğimde ve şarkılarımda farklıydım. Şiirimden Türk usulü bir ikon ve bir lir dokudum; Cumhuriyet’in melodisini çalan bir lir.
Suriye’de rejimin düşmesiyle yeni bir güneş doğacak. Bana düşen, uzun zamandır hayalini kurduğum bir projeyi hayata geçirmek için tüm çabamı ve imkânlarımı seferber etmektir: “Türk-Suriye Fikir, Kültür ve Edebiyat Yakınlaşma Köprüsü.” Bu proje, bizden daha fazla çalışma, yoğun çaba, hızlı hareket ve etkili iletişim gerektiriyor. Çünkü bizi birleştiren şeyler, ayıranlardan çok daha fazla. Tarihi ve medenî mirasımızı, özellikle edebiyat ve kültür alanında yeniden canlandıracağız. İşte önümüzdeki günlerde bunun için çalışacağız ve bu hedef doğrultusunda hareket edeceğiz.
Yeni hükümetin ifade özgürlüğü farkındalığı olmasını umuyorum
Ahmed İbrahim Ahmed
Yazılarımda göç, sığınma ve savaş konularını bazı yerlerde insani açıdan ele aldım. Ayrıca, kamuya bilgi aktarma yöntemime bağlı olarak, bazen konuyu akademik bir şekilde de anlattım.
Türkiye’de yaşadığımız zorluklar, Suriyelilerin anavatanı Suriye’den aldıkları acıların yanı sıra, yaşadıkları baskılar nedeniyle de son yıllarda karanlık bir tablonun ortaya çıkmasına katkıda bulundu. Ben de yazdıklarımız ile hissettiklerimiz arasında bir denge kurmaya çalıştım. Temel olarak Suriye’den sonra burada yaşadıklarımdan dolayı edebiyat üretim hızı nispeten düştü. Konfor eksikliği, gerekli zamanın olmaması ve çalışma kapasitesinin olmaması gibi nedenlerin yanında eserleri sahiplenmemek veya mali kaynak, hibe veya yazarın kendisini gerçek işe adamasına yardımcı olacak herhangi bir şey almama gibi unsurlar da eklendi. Acı, ev bulmak ya da masraflarını karşılamak, hayatın gereklerini, kimi zaman mülteci olarak yapamadıklarımızı talep eden kurumların taleplerini yerine getirmeye çalışmakla başladı. Bu da edebiyata güzel vakitler ayıramamaya yol açtı. Bahsettiğim bu olumsuzluklara rağmen Türk edebiyatını biraz daha yakından tanımanın olumlu yönleri de oldu. Türk vatandaşının zihniyetini anlamak, onunla birlikte yaşamak, onun dertlerini bilmek, bazı Türk dostlarıyla sevinçlerini, üzüntülerini, menfaatlerini, kaygılarını paylaşmaktır. Bu ülkede benim için gerçek kazancın bu olduğunu düşünüyorum.
Benim için rejimin düşmesi çok önemli. Çünkü Suriyelilerin çektiği acıların sebebini tüm dünyaya gösterdi. Türk vatandaşının Suriye’den sıkılmaya başladığı yıllardan sonra rejimin çöküşünü takip eden dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki pek çok insanın Suriyelilerle ilişkilerine yansıyan, pek çok insanın hayal edemeyeceği gerçekler ortaya çıktı. Burada Suriyeli mültecilerin varlığı. Kişisel vizyona gelince, bunun öncelikle Suriye tarihinde önemli bir aşama olduğunu görüyorum. İkincisi, komşu ülkelerin tarihi, özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi. Çünkü Suriye ve Türk halklarının bileşenleri arasındaki büyük örtüşme daha sonraki aşamalarda benzeri görülmemiş bir şekilde ortaya çıkacak. Ancak yeni Suriye hükümetinin, devleti kontrol etme ve halkın kendi içindekini entelektüel, edebi ve medyada ifade etme özgürlüğünün önünü açma konusunda büyük bir sorumluluğa ve farkındalığa sahip olacağını umuyorum.
Türkiye’de hayat bana ifade özgürlüğü sağladı
İbrahim Köku
2003 yılından bugüne kadar gazeteci ve yazar olarak çalışıyorum. İstanbul’a, gazeteci olarak çalışırken savaşta yaralanmamın ardından sığındım ve o günden bugüne kadar İstanbul’da kaldım. Roman ve drama yazılarımda savaşı iki farklı şekilde ele aldım: Birincisi, Savaş Alanından adlı kitabımda gördüğüm ve katıldığım olayları belgelendirmekti. Bu kitapta, Suriye’de (Halep, Şam, Kalmun, İdlib, Suriye içindeki ve Türkiye’deki kamplar ve diğer yerlerde) gördüğüm tüm hikâyeleri ve olayları belgeliyordum. Olayları belgeliyor ve onları hikâye biçiminde yazıyordum ki, gerçekleri insanlara hikâye ve roman aracılığıyla aktarabileyim. Böylece okuyucular, Suriye halkının her yerde yaşadığı gerçeği deneyimleyebilsinler. Ayrıca göçü de ele aldım. Türkiye’deki kampları ziyaret ettim, kamplardaki mülteciler ve onların hikâyeleri hakkında yazılar yazdım, bu bilgileri kitaplarımda, makalelerimde veya yazdığım dramalar ve belgesellerde insanlara aktardım. Savaşla ilgili olarak ise, Özgür Suriye Ordusu’na katıldım, savaşları takip ettim ve bunları raporlara dönüştürdüm.
Türkiye’de hayat bana öncelikle yazma ve ifade özgürlüğü sağladı. Suriye’de, Suriye devriminden önce, siyaset hakkında yazmak ve fikirlerimizi ifade etmek yasaktı. Bu yasaktı ve bir kişi yasaklı bir şey yazarsa ömür boyu hapis cezası alabilirdi. Bu yüzden ben takma isimle yazıyordum. Ama Türkiye’de artık özgürce yazabiliyorum, güvenlik takibinden veya hapis cezasından korkmadan. Burada biz yazarlar, romancılar ve gazeteciler kendimizi organize ettik, birbirimizi tanımak ve ortak çalışmalar yapmak için bir dernek kurduk. Bu Türkiye’de mümkün, ancak önceki dönemde mümkün değildi. Ayrıca Türkiye’de, farklı Arap ülkelerinden, Balkanlar’dan ve diğer yerlerden gelen mültecilerle tanıştım, onlarla görüştüm, hikâyelerini öğrendim ve onlar hakkında yazmaya başladım. Bunun hepsi, bizi misafir eden ve bize kapılarını açan bu ülkenin sayesinde oldu.
Rejim düşerken, zalim Beşşar Esed ve ailesi kaçarken, bizim için vatanımıza geri dönme ve 2011’den beri başlattığımızı sürdürme zamanı geldi. 2011’de kelime ve yazıyla direniyorduk, kimse silah taşımıyordu ancak Esad rejimi kelimelere tanklar ve orduyla karşılık veriyordu. Ardından Suriye’ye Hizbullah ve İran milislerini getirdi, ailemizi ve akrabalarımızı öldürdüler. Artık onlarla savaşmak ve ailemizi, vatanımızı savunmak için silah taşımalıyız. Şimdi, o paralı askerlerin hepsi gitmişken ve Suriye özgür bir ülke haline gelmişken, geri dönme sorumluluğumuz var. Vatanımızı inşa etmeli, eski haline getirmeli ve bilinç inşasına, özgür kelimeye katkıda bulunmalıyız. Sednaya Hapishanesi’ni tarihe yazacağım, kampları ve çocukları yazacağım… Türkiye’deki hayatımızı, Türk arkadaşlarımızı ve komşularımızı, güzel Türk deneyimini anlatan romanlar yazacağım. Suriye’yi inşa etmek; taşları, kelimeleri ve insanı yeniden inşa etmekle olacak. Bu konuda hep birlikte çalışacağız. Başlangıçta yaşam zor olacak çünkü rejim ülkenin altyapısını yok etti. Ancak buna rağmen, geri döneceğiz ve her koşulda yaşamaya, çalışmaya ve inşa etmeye devam edeceğiz. Türkiye’deki yolculuğumuz, öğrenmek ve kendimizi inşa etmek için bir fırsattı. Şu anda yazmakta olduğum bir romanım var, bunu Suriye’de tamamlayacağım. Bir de yeni bir dizim var, bir süre önce yazdım. Ancak şimdi yeni bir son yazacağım, zaferi anlatacağım. Ve inşallah hayatımın son anına kadar yazmaya devam edeceğim. Yeni Şafak’a teşekkürler, İstanbul’a teşekkürler, Türkiye’ye ve halkına teşekkürler… Geçtiğimiz her sokağa teşekkürler, her camide namaz kıldığımız için teşekkürler. Suriye için dua eden her imama teşekkürler, bize gülümseyen ve selam veren her Türk’e teşekkürler, yapmayanlara da teşekkürler… Sizleri Suriye’de misafir olarak bekliyoruz. Siz bizim ailemizsiniz. İnşallah en iyi durumda görüşeceğiz.
Göç yılları yaratıcılığım için hazineydi
Mustafa Taceddin el-Musa
Savaş, göç, ölüm ve ıstırap konuları, hikâyelerime doğrudan ve bazen dolaylı olarak yansıdı ve 2011 yılından itibaren edebi çalışmalarımda ana unsurlardan biri haline geldi. Bir konu veya mesele üzerine yazmanın, yazarın ilk başta bir kararı olmadığını düşünüyorum; daha çok, onun kişisel ıstırabının bir yansımasıdır ve bu ıstırap aynı zamanda tüm bir toplumun acılarından bir parçadır. 2012 ile 2020 yılları arasında yayımlanan hikâye ve tiyatro eserlerimde; savaş, göç ve Suriyelilerin acılarını ana tema olarak almış onlarca edebi eser bulunuyor. Bizler yazarlık kimliğinden önce birer insandık. Bu gerçek, edebiyatımızda bir aynaya dönüşerek, savaş ve göç yıllarında bireyler ve topluluklar olarak halimizi yansıttı.
Farklı ortamlar ve çeşitlilik, yazarın deneyimini şüphesiz zenginleştirir. Ayrıca, farklı ortamlar arasında geçiş yapmak, hayal gücünü daha iyi durumlara ve daha iyi bir gelişime taşıyan önemli bir faktördür. 2014 yılının Nisan ayında Türkiye’ye geldim ve Reyhanlı, Gaziantep, İstanbul arasında yaşadıktan sonra şu anda Mardin’de Sosyoloji bölümünde eğitimime devam ediyorum. Türkiye’deki yıllarımın yazı düşüncesi, çeşitliliği ve yazınsal deneyimlerin olgunlaşması açısından önemli faydaları oldu. Ayrıca, Suriye’deki sansür konusu çok önemli bir husustur. Çünkü bu durum yazarlara özgürce yazmayı engelliyor.
Benim için, Türkiye’deki yıllarımda özgürce yazmayı öğrendim ve sansürü ortadan kaldırmayı başardım. Türk arkadaşlarımla ve Türk çevreleriyle iletişim kurmak, kültürümü zenginleştirdi. Ayrıca, Suriye’nin farklı coğrafi bölgelerinden gelen mülteci topluluklarıyla yaşamak, Suriye coğrafyasının tüm kesimleriyle iletişim kurma fırsatı verdi. Göç yıllarının Türkiye’de benim için yaratıcı bir hazine olduğunu ve yazı araçlarımda büyük bir gelişim sağladığımı düşünüyorum. Aynı zamanda, Suriye’de olup bitenler konusunda düşüncelerimin daha da olgunlaştığını hissediyorum.
Suriye’de sadece yeni bir aşama değil, yeni bir tarih başladı. 8 Aralık sabahı, “Suriye’ye ikinci bağımsızlık kutlu olsun” yazdım. O gün, benim için 1946’daki Fransız işgalinden bağımsızlık sonrasında Suriye’nin ikinci bağımsızlığıydı. Ülkede önümüzdeki yıllarda çok fazla ilerleme ve refah bekliyorum, özellikle insan haklarına, onurlarına ve özgürlük haklarına saygı konusunda; çünkü bu haklardan, yarım yüzyıldan fazla bir süredir mahrum kaldık.
Gerçekten tarihi bir aşamanın başındayız. Umuyorum ve inanıyorum ki, Suriye’nin edebiyatı ve sanatları daha da gelişecek, özellikle özgürlük değerleriyle büyüyen yeni bir nesil yetişiyor, korku değil.
Kalemim Türkler ve Araplar arasındaki uyuma odaklandı
Muhammed Firas Mansur
Yazar, bir insandır ve insan olduğu sürece çevresinden ve özellikle kendi halkından, kendi ülkesinden etkilenecektir. Siyasi ve toplumsal istikrar, yaratıcılık ve düşüncenin gelişmesine yol açar; bu da edebiyatın olgun, sakin bir hale gelmesini sağlar. Ancak savaş dönemlerinde edebiyat gürültülü bir hal alır, bir tür reddetme durumunu ifade eder, belirsizlik ve karışıklık içeren yollara girer ya da coşkulu bir sese dönüşür. Suriye’de yaşanan savaş bizi derinden etkiledi. Ülkemiz nasıl sarsıntı içindeyse biz de öyleydik; kalemimiz, açlık, yoksulluk, yerinden edilme ve bombardımanlarla mücadele eden bir ülkenin titreyen kalemi gibiydi.
Türkiye kapılarını bize açtı ve Türkler bizi sevgi ve kardeşlik duygularıyla karşıladı. Aramızda tarihi bağlar var. Kim Mimar Sinan’ı bilmez ki? Şam halkı, Medhat Paşa Çarşısı ve Süleymaniye Külliyesi gibi eserleri çok iyi tanır. Şam’daki bu eserler, Türklerin tarih boyunca bizim kardeşimiz olduğunu gösteriyordu. Bu nedenle tarihimizdeki ortak noktaları ve meseleleri daha derinlemesine araştırmaya başladım. Kalemim, Türkler ve Araplar arasındaki sevgi ve uyum noktalarını aramaya odaklandı. Özellikle Türk mimarisi ve inşaat tarihine olan ilgim arttı. Türkiye’deki yaşamım sayesinde, Arap Aile Kütüphanesi ile birlikte gazetecilik, medya, halkla ilişkiler ve iletişim alanında iki kitap yazma fırsatı buldum.
Beşar Esad rejiminin düşmesi, Suriye’nin uzun süredir beklediği bir dönüşüm dönemini başlatacak. Bu, bizim gibi gazeteci ve yazarların ülkemizin yararına hizmet edecek daha fazla entelektüel ve edebi çaba göstermemizi gerektiriyor. Ev sahibi ülke olarak Türkiye’ye teşekkür etmeliyiz. Ki biz onu çok seviyoruz. Güzel Türkiye, sevgi dolu Türkiye, kardeşlik ülkesi Türkiye… Türk irmiğini, çay ikramlarını, yemeklerin ve ortak giyim kültürünün cömertliğini asla unutmayacağız. Türk halkına “Sizi seviyoruz” diyeceğiz.
Kalemimin özgür olduğunu öğrendim
Abir Muhammed Al-Nahhas
Çocuklar için Oyuncakların İsyanı adında bir roman yazdım. Amacım, çocukların mücadeleyi sevmelerini sağlamak ve onlardan korkmamalarını öğretmekti. Edebi yazının bir amacı olmalı ve bu amaç, olayın sonunda başlamalı. Bu yüzden, devrim hikâyemiz ve yıllar süren sürgün hakkında daha uzun yazılar yazmak için hem kendimi hem de kalemimi hazırlıyorum.
Devrimden önce, siyasetle ilgili yazmayı düşünmezdim. Suriye’de bu kolay değildi. Sosyal makaleler ve hikâyeler yazıyordum ve Suudi gazetelerinde yayımlıyordum, ancak Suriye gazetelerinde yayımlanmak yasaktı. Özgürce yazmamıza izin verilmiyordu çünkü kısıtlamalar, denetimler ve hesaplar yazmayı imkansız hale getiriyordu. Hatta Suriye’de bir hikâye kitabı bastığımda bile güvenlik takibine uğradım, oysa kitaplarımda siyasete dair hiçbir şey yoktu. Ama Türkiye bana kapılarını açtı ve gazetelerde yazmak için harika fırsatlar sundu. Burada özgürlüğün ne demek olduğunu ve kalemimin özgür olmasının anlamını öğrendim. Türkiye’ye 6 basılı kitapla geldim ve şimdi 35 kitabım var. Ayrıca burada bir yayınevi açmayı başardım (Azrak Yayınevi). Suriye’de ise eski bir muhalifin kızı olduğum için yayınevi açmam imkânsızdı.
Biz hâlâ bir rüya içindeymişiz gibi hissediyoruz, bu sistemin bu kadar hızlı çökeceğini beklemiyorduk, ama bunlar Allah’ın takdiri ve bize olan lütfudur. Hayatımda yeni bir dönemin yakın zamanda başlayacağını düşünüyorum. İnşallah, Suriye’de bir yayınevi açmak için hemen harekete geçeceğim.
Türk halkını 50 yıldır tanıyorum
Ömer Ahmed Şahrur
Suriye, Osmanlı İslam Hilafeti’nden ayrıldığından bu yana birçok felakete maruz kaldı. Önce Fransa, Suriye’yi işgal etti ve Suriyeliler binlerce şehit vererek 1946 yılında bağımsızlıklarını elde ettiler. Bağımsızlıktan sonra, Fransa’nın mezhepsel ve azınlık temelli olarak oluşturduğu ordu, 1970 yılına kadar bir dizi askeri darbeye imza attı. Bu darbeler sonunda Esad ailesi Suriye yönetimini ele geçirerek ülkenin kaynaklarını kendi çıkarlarına ve yolsuzluk içindeki ailelerine hizmet edecek şekilde kullandı. Bu yönetim, Suriye halkını fakirleştirdi, öldürdü ve milyonlarca Suriyeliyi göçe zorladı. Türkiye, güney illerinde geçici kamplar kurarak mültecileri karşıladı. Zamanla bu kampları kapatarak Suriyelilerin tüm şehirlerde doğal yaşamlarına dönmelerine izin verdi. Birçok konferans ve konuşmada halkımızın maruz kaldığı vahşi savaşı ve bu savaşın korkunç etkilerini anlattım. Savaşın dehşeti ve yıkıcı etkileri, Suriyelilerin bedenlerinde ve ruhlarında derin yaralar bıraktı. Neredeyse her ailede bir şehit, kayıp, sakat veya hasta bulunuyor. Zorla göç ve mülteciliğin nedenlerini, Suriye halkına, komşu ülkelere ve tüm dünyaya etkilerini yazdım ve özgür bölgelerde ve Türkiye’de halkımıza birçok konferansla açıkladım.
Türkiye’yi ve Türk halkını 50 yıldır tanıyorum. 20 yıl boyunca Türkistan topraklarında yaşadım. Kırgızistan Bilimler Akademisi’nde Türklerin tarihini ve İslam devletini yönetmedeki büyük siyasi ve askeri rollerini, aynı zamanda İslam medeniyetinin inşası, gelişimi ve korunmasındaki katkılarını inceledim. Bu konuda pek çok araştırma yayımladım. Son yıllarda Türk halkına ve Suriye halkına Arap-Türk ilişkilerinin önemini anlatmak için Türkiye’nin pek çok şehrinde bulundum. İslam’ın Arapları ve Türkleri birleştirdiğini vurguladım. İstanbul Üniversitesi gibi köklü Türk üniversitelerinde konferanslar verme fırsatı buldum. İstanbul’da 4 adet Suriyeli siyasi araştırma merkezi kuruldu ve diğer şehirlerde de faaliyet gösteren binlerce eğitim, yardım ve başka alanlarda çalışan dernekler kuruldu. Pek çok Suriyeli, Türkiye’nin okullarında ve üniversitelerinde çağdaş bilimleri öğrendi. Tıpkı Türklerin 20 yıl önce Cumhurbaşkanı Erdoğan ve arkadaşlarının liderliğinde yaptığı gibi, Suriyeliler de ülkelerine döndüklerinde ülkelerini güzel bir şekilde inşa edecekler.
11 gün boyunca yaşananlar, tüm dünyayı sarsan küresel bir olay olarak tarihe geçti. Tarihte eşine rastlanmamış şekilde silahsız bir halka karşı tüm vahşetiyle katliamlar yapan, kimyasal silahlar da dahil olmak üzere her türlü silahı kullanan ve İran’da üretilen vahşet milislerinden, ardından Putin’in korkunç ordusundan destek alan en kanlı, en acımasız rejimlerden biri sonsuza dek devrildi. Sonunda Allah, bize zafer nasip etti. Bu zafer her şeyden önce kahraman Suriye halkının zaferidir. Halkımız, bir buçuk milyon şehit verdi, milyonlarca insan sürgüne ve çadırlarda yaşamaya mecbur bırakıldı. Açlık, fakirlik, soğuk ve sıcağa rağmen teslim olmayan bu büyük halk, mücadele etti, eğitim aldı, İslam’ın gerçek dini olan merhamet ve hoşgörü dinini öğrendi. Türk subaylar ve eğitmenlerin katkısıyla askeri eğitim aldı. Bu kahramanlar, halkları için Allah’a sığındılar ve Allah da onları zafere ulaştırdı.
Yeni bir vatanın doğuşu oldukça şiirsel
Obada Muhammed Osman
Hiçbir Suriyeli yazarın savaş ve göç konularını işleme lanetinden kaçamadığını düşünüyorum. Ben de şiirlerimde savaş ve göçün insan psikolojisi ve insani boyutuna odaklanmaya çalıştım. Savaş ve zorunlu göçün, bir insanın hayalleriyle arasına nasıl duvarlar ördüğünü anlatmaya çabaladım. Örneğin, Uyuyorlar Uçurum Kenarında adlı şiir kitabımdaki bir metinde, bir süpermarkette kasiyer olarak çalışan Türk bir kızla aramızdaki diyaloğu çizerek bu konuyu doğrudan ele aldım: Şimdi itiraf ediyorum/Aramızdaki yarım metrelik mesafe/Binlerce kilometrelik cesetlerle, kurşunlarla, aç bir çocuğun bedenini kemiren mavi soğuklarla, mülteci tadında milyonlarca balıkla, ve sana ‘Günaydın’ dediğimden bile fazla kamplarla/Dolup taşar.
Yeni bir dil öğrenmek, yaratıcı çizgimi sadece Arap okuyucusuna hitap eden bir üsluptan daha evrensel bir anlatıma taşıdı. Bazı metinlerimi Türkçe ve İngilizce olarak yeniden yazdım ve metinler hiçbir anlam kaybetmedi. Aksine, bu dillerdeki uzmanlar tarafından gözden geçirildiğinde, yeni okuyucuların farklı dillerdeki metinlere kattığı anlam ve yorumlarla yeni boyutlar kazandığını fark ettim. Ayrıca, Türkiye’ye göç ettiğimde farklı halklarla tanışmak, deneyimlerime yeni perspektifler kazandırdı ve bu, anlayış ve farkındalığımı zenginleştirdi. Özellikle Türk müziğini, hem klasik hem de modern türlerini takip etmem, hayal gücümü besleyen yeni fikirlerin oluşmasını sağladı.
Suriye’de rejim düşmeden önce tüm düşünceler hayatta kalmaya odaklıydı, ancak şimdi her şey eve dönüş ve ülkeyi yeniden inşa etme üzerine kurulu. Gelecekte zorluklarla karşılaşacağımız kesin olsa da Suriye’nin geleceği için milli bir vizyon oluşturma ve çalışma fırsatımız olacak. Şair olarak, yeni bir vatanın doğuşu kendi başına son derece güzel bir şiirsel görüntü olduğunu görüyorum.
Kalemlerimiz güvenli bir geleceği yazmaya yönelecek
Haydar Huri
Bir şair ve öykü yazarı olarak, devrimimizden önce savaş ve göç hakkında yazdığımı hatırlamıyorum. Ancak hak ve özgürlük talep eden devrimimiz karşısında zalim hükümetin masumları öldürmekte ısrar etmesi, savaşın genişleyip Suriye coğrafyasını harap etmesiyle, bir insan olarak insanlığın anlamını bilen biri olarak kalemim farklı bir yöne kaydı. Hiçbir plan ya da irade olmaksızın savaş, göç ve masumların acılarını konu alan metinler yazılarımda belirmeye başladı. Çocuklar için yazmaya, yazın kariyerim açısından geç bir dönemde, savaş zamanında başladım. Savaş, onlar için yazma konusunda beni motive etti. Arapça kütüphanede bu zor ve çetin koşulları ele alan çocuk metinlerinin eksikliğini fark ettim. Her öyküde ya da şiirde, umudu acıdan daha büyük, hayali ise gerçeğe daha yakın kılmaya çalıştım. Örneğin, uzuvlarını kaybeden ama umudunu yitirmeyen bir kız çocuğunu yazdım; annesini kaybeden ama onun güzel anılarıyla boşluğu dolduran bir erkek çocuğunu yazdım. Göçün anadile ve kimliğe etkilerini, kamplarda yaşamı ve başka birçok konuyu kaleme aldım.
Türkiye’deki yaşamın bana kattığı en büyük şey, Türk yazarların deneyimlerini, konu başlıklarını ve yazım tarzlarını inceleme fırsatı oldu. Gençlere yönelik yazdığım Utangaç Bir Kızın Günlüğü adlı romanım, Nar Yayınları tarafından Türkçeye çevrildi.
Rejimin çökmesiyle birlikte kalemlerimiz, güvenli ve huzurlu bir geleceği yazmaya yönelecek. Çocukların mutluluğunu ve gülümsemelerini, savaşlara ve onların çirkinliğine karşı her güzel şeyi yazmaya başlayacağız.