1942 doğumlusunuz. İstanbul'da doğup büyüdünüz. O yıllarda nasıl bir İstanbul fotoğrafı vardı?
Beyazıt'ta oturuyorduk.Yazları da Kanlıca'da tatil yapıyorduk. O zamanlar klasik bir İstanbul köyüydü. Yazdan yaza kiraladığımız bir yalımız vardı. İstanbul'dan çıkmak mümkün değildi.
Neden?
O yıllarda İstanbul ile yarışabilecek başka bir şehir yoktu. Entelektüel bir çevremiz vardı. Şimdi moda olan yerler o dönemlerde ücra, gelişmemiş ve ilkel yerlerdi. İstanbul'da yaz gerçekten çok güzel oluyordu.
Ya şimdi?
Şimdi ben Bodrum'a gidiyorum. Fakat o zamanlar Bodrum sürgün yeriydi. Entelektüeller İstanbul'un hareketliliğinden kaçmak için orada denize açılıyorlardı. Biz orta halli bir aileydik. Öyle istediğimiz yere gitme şansımız yoktu.
O dönemlerde İstanbul'da yaşamak zor mu yoksa daha mı kolaydı?
Çok kolay ve keyifliydi. Bir nimeti elinizden gittikten sonra anlıyorsunuz. Daha yavaş bir hayat ve o yavaşlığın getirdiği güzellikler vardı. Kendi varlığınız ve tabiatla baş başa kalıyordunuz.
Daha derin bir hayat…
Elbette. Şimdiki insanlar çok yüzeysel yaşıyor. Kendime de acıyorum. (kendi yaşadığı bahçeyi göstererek) burası bir köy… Ancak kendimi burada koruyabiliyorum. Benim şuanda bulduğum sükûneti eskiden Kanlıca'daki Şeyhülislam Yalısı'nda buluyordum. O zamanlar, oturduğumuz yalının hemen güneyinde Kanlıca'ya doğru Fuat Paşa'nın yanmış köşkü vardı. Ben Tanzimat döneminin büyük çöküntüleri arasında büyüdüm.
Siz ailenin son çocuğusunuz. Kaç kardeşsiniz?
Üç kardeşiz. İki tane benden büyük ablam var. Biri benden 17 biri de 11 yaş büyük.
Kadınların içinde tek erkek çocukmuşsunuz. Şımartıldınız mı?
Olmaz mı? Evin daima ilgi odağıydım. Çok entelektüel ablalarım vardı. Biri 1949 yılında tıp fakültesinden, diğeri fen fakültesi kimya bölümünden 1951 yılında mezun olmuş. Babam üç dil bilen bir derviş hem de hocaydı.
Sizin böyle bir ailede yaramazlık yapma lüksünüz olmamıştır...
Olabilirdi de. Aslında çocukken yaramazlık yapardım. Ablam bana Ziya Paşa'dan metinler okurdu. Böyle bir ortamda büyüdüm. Annemden akşam vakitlerinde Rumeli türkülerini dinlerdim. Müziğe olan alâkam da anne tarafından geliyor.
Babanız Celalettin Ökten, Cerrahi dervişlerinden aynı zamanda entelektüel de biri. O sizi sokak değil, ev kültürüyle büyütüyor. Akranlarınızdan uzak bir çocukluk yaşamak sizi mutsuz etti mi?
Kendisi zaten ev ve sohbet adamıydı. Sokakla hiçbir ilgisi olmamıştır. O yüzden ben evde büyüdüm. Arkadaşım yoktu. Ama bu bana normal geliyordu. Sadece bir yazlık arkadaşım vardı; Ali Erkan, şu anda Fransa'da yaşıyor. Onunla çok güzel bir yaz geçirdiğimizi hatırlıyorum. Aynı yalıyı dört kişi paylaşırdık. Beraber dağa çıkardık.
Çabuk mu büyüdünüz?
Evet. Kucakta büyütülmedim. İlkokul dördüncü sınıfa gittiğimde babam bana iki tekerlekli bir bisiklet aldı. O zaman nadir bulunan bir Fransız bisikletiydi. Ben her sabah evden çıkar, Çubuklu'ya gazete almaya giderdim. Bunu şikâyet etmeden keyifle yapardım. Bazen eve su getirirdim. Bir de bana akşam yemeklerinde mutlaka evde olmam tembihlenmişti.
Didar bir ailede yetişmişsiniz. Çocuk zihniniz dini nasıl algılıyordu?
Çocukken Allah'ı fesli bir adam olarak düşünüyordum. Herkes tutuyor diye oruç tutardım. Dini bilgilerin ne işe yaradığını lise yıllarındayken öğrendim. Babam, Nurettin Topçu ve Şeyh Fahrettin Efendi dinin ne olduğunu bana çok güzel öğretmişlerdir.
Hiç asilik yapmadınız mı?
Yok. Belki buna inanmayacaksınız ama öyle. Lise de edebiyat derslerimizden birinde mevlit ile ilgili bir mevzu geçmişti. Ben ne olduğunu merak edip sahaflardan mevlit ile ilgili bir kaynak aldım ve onu okudum.
Peki, tasavvufu nasıl öğrendiniz?
Rasyonelden irrasyonele geçişi bana Nurettin Topçu öğretti. Babam da kudretli bir adamdı. Felsefe, dil, tasavvuf biliyordu.
Babanızın dizinin dibinde mi büyüdünüz?
Hayır, hiç o kadar yakın olmadık. O yeri geldiği zaman bir söz söylerdi. Kuralları vardı. Mesela; evde gürültü istemezdi.
Bu, bir çocuk için ağır bir sorumluluk değil mi?
O zamanın çocukluğu bugünkü gibi değildi. Şimdiki toplumla o zamanki kıyaslanamaz bile. Bugünkü toplumda söylediğiniz doğru. Ancak o zaman hayat edep, zarafet ve yumuşaklıkla yaşanıyordu. Hırs yoktu. Bizim ailemiz hep memurdu. Evlerine geldikten sonra üstlerini çıkarırlar rahat bir şeyler giyerlerdi. Ardından yapacak işleri olmazdı. Sohbet edilir, evin işlerine yardım edilir, hanımlarla şakalaşır ve ardından Kur'ân okunurdu. Aylık sabit bir maaş gelirdi. O maaşa göre ayak uyduruldu.
Edebiyatla iç içe bir ortamda büyümüşsünüz. Edebiyatçı olmayı düşündünüz mü?
Aslında çok istedim fakat nasip olmadı.
Mühendis olmanıza babanız karar vermiş. İçinizde ukde kalmadı mı?
Vefa Lisesi mezunuyum. O yıllarda derslerim çok iyiydi. DP iktidardayken kalkınma üzerine bir takım çalışmalar yapıyordu. Yollar, limanlar… Mühendis ihtiyacı vardı. Para olduğu için de herkes bu mesleğe yöneliyordu. Neticede biz de o akıma kapıldık. Babam para kazanmamı istedi.
Babanız güçlü bir karakter. Siz onun gölgesinde kaldığınızı düşünüyor musunuz?
Sizin bu sorunuz batılı rasyonel bir sorudur. Unutmayın bizim o dönemde yaşadığımız ortam İslâm medeniyetiyle yorumlanmış bir ortamdı. Hepimizi kuşatıyordu. Onun içinde bir baba imajı vardı, ama bugünkü gibi değildi. Biz bugün İslâm Medeniyeti'ni Osmanlı yorumu çerçevesinde yaşamıyoruz. Kaba bir kapitalist uygarlık dünyasında yaşıyoruz. Ben orada babamı rakip değil rehber olarak görüyordum. Çünkü o "ben" demiyordu. Bu çok önemli… O da öyle davransaydı belki ben bugün başka bir insan olurdum.
İlk orucumu altı yaşımda tuttum
İslâm Medeniyeti'nden bahseden biri olarak bugünkü din algısına nasıl bakıyorsunuz? Mesela; "Nerede o eski Ramazanlar?" diyor musunuz?
Evet. Çünkü bu bir realite. Eski Ramazanlar, İslâm medeniyetinde Osmanlı yorumunun ortaya koyduğu, büyüklerin 'ben'i geride bıraktıkları bir yaşam biçimiydi. O biçim bugün kalktı. Bu aslında çok acı bir cümle. Büyük ölçüde azaldı.
Azalan maneviyat mı?
E tabii. Biz artık her şeyi maddi platformda görmeye başladık ve buna alıştık. İftar yemeklerine aynı sosyal seviyede olan insanlar katılıyor. Fukara sofrasına oturan bugün kaç kişi var ki...
Bize geçip giden Ramazanlardan bahsedin...
O zaman İstanbul'da çok gayrimüslim vardı. Fakat onlar Osmanlı medeniyet yorumunun gayrimüslimleriydi. Bu medeniyet öyle bir hal ki, bütün kimliklerin üzerini örtüyor. Din bir nasip meselesidir, tercih meselesi değildir. Ona kimsenin aklı ermez. İstanbul'un Ermeni, Yahudi, Latin, Frenk, Rum gibi çok çeşitli sakinleri vardı. Samatya, Rumlar'dan oluşuyordu. Balat'ta Yahudiler oturuyordu. Fener'de Rumlar vardı. Gedik Paşa'da Ermeniler vardı. Biz bu insanları hiç ayırmadık. Onlar da ayrılmazdı. Her şey iç içe yaşanırdı. Onlar Ramazan'ı ihlal etmezlerdi. Mütevazı ve reel bir yaşamları vardı. İftar sofraları da herkese açıktı.
Sizin iftarlarınız nasıl geçerdi?
Anneannem yaşlı, ahşap bir evi olan, sofrası her gelene açık, dul bir kadındı. 33 yaşında altı çocukla dul kalmıştı. Onu tanıdığımda altmış yaşlarındaydı. Eşraf bilirdi ki hanım teyzenin bir tas çorbası her zaman bulunurdu. Çat kapı gelinir ve kimse de bunu acayip karşılamazdı. Sürprizler dünyası vardı. Gelen kişi uzaktan geliyorsa gece yatılı kalırdı.
İlk orucunuz?
Okula gitmeden önce altı yaşlarımdaydım. Kadir Gecesi'nden bir gün önceydi. O gün niyetlendim ve Kadir gecesi sabaha kadar hiç uyumadım. O gece camiye gittik, sakalı şerif ziyareti yaptık. O zamanlar da Ramazan yaz dönemine geliyordu. Sabah namazını kılıp eve döndük. Bütün gün uyuduğumu hatırlıyorum.
Ramazana özel sohbetleriniz olur muydu?
Özel bir sohbet olmazdı. Babam hanımı ve üç çocuğu ile daima sohbet ederdi. Bu sohbet şöyle olurdu: Akşam yemeğinde bir araya gelir, elektrik olmadığı için lamba ışığında yemek yerdik. Babam yemekte bir mevzu açardı. Bu genelde İslâm Tarihi üzerine olurdu. On beş yirmi dakika bu konuyla ilgili konuşulurdu. Yemekten sonra da ayrı bir sohbet ederdi. O sohbetin içeriğinde ise o gün ile ilgili beşeri hadiseleri kapsıyordu.
İlk teravih?
İlk teravih namazımı da ilk oruç tuttuğumda kılmıştım. Yani altı yaşlarımda. Ortaokulda Ramazan kışa doğru zamanlara denk geliyordu. Baharda liste tutmuştum. Bu listede gideceğimiz cami ve mescitlerin isimleri yazıyordu. Bir akşam büyük bir camiye, bir akşam küçük bir mescide gidiyorduk. Tramvayın çalıştığı sakin bir İstanbul hayal edin. Beyazıt'ta iftar ediyorduk, yokuşu çıktığımızda tramvay durağı vardı. Tramvaya binip, Yeni Cami'ye çok rahat gidebiliyordunuz. Dönüşte muhallebiciye uğrar ve bir şeyler yerdik.
Oruç Baba gibi Ramazan ritüellerine inanır mısınız?
İnanıyorum, hoşuma da gidiyor. Hiç bir şey sosyolojik bir realite olmadan gerçekleşmez. Bu kadar insan oraya gidiyorsa onda bir gerçeklik vardır. O gerçekliğin her zaman rasyonel olması gerekmez. Bu kurmaca bir gerçeklik de olabilir. Bu itikat ile de muhalif bir durum değil. Türbelere mum yakmak, çaput bağlamayı bir sakınca olarak görmüyorum. Ona tanrısal bir güç atfetmedikten sonra bir problem yok bana kalırsa. Rasyonalite bütün hayatımızı kuşattı. Biz artık kazandığımız parayı, unvanları kendimize mal ediyoruz. Ben buna inanmıyorum. Bunların tümü nasip meselesidir. Rabbim dünyadan isteyene dünyayı verir, ahiretten isteyene ahireti verir. Kendisini isteyene de kendisini verir.
Necip Fazıl gibi sürüldük
Siz 2012 Ramazanını nasıl geçirdiniz?
Ramazan benim için aynı güzelliğini koruyor. Fakat ben artık yaşlı bir adamım. Bir takım sağlık problemlerim var.
Evinizden dışarı çıkıp, bir yerlere gidiyor musunuz?
Tabi evde pek kalmıyorum. Süleymaniye, Sultanahmet gibi mekânlara sık sık gidiyorum.
Çocukluğunuzun bayram fotoğrafı nasıldı?
Çok güzeldi. Anneannem hayatta iken bütün aile onun evinde toplanırdı. Babam da oraya gelirdi. Anneannem yemek hazırlardı. Namazdan çıkılır, uzaktaki ve yakındaki herkes o evde buluşurdu. Yemek vakti gelir ve hep birlikte yemek yerdik. Yemekten sonra herkes serbest olurdu. Ben, babam ve dayımlarla şeyhi ziyaret ederdik. Onların Cerrahi dervişiydi. Sabahtan gidilirdi, oradaki sohbet dinlenirdi. Sonra eve geçerdik. Benim aklım Karagümrük'te kurulan bayram yerinde kalırdı. Harçlıklarımla oraya gider, paramı atlıkarınca, dönme dolap gibi aktivitelere harcardım. Eve dönerdim. Akşam misafirler gelmeye başlardı. Bayramın ilk iki günü ziyaretlerle geçerdi. Üçüncü günü ferahlayınca bizim de ziyaret ettiğimiz kişiler olurdu.
Küçükken bayramlarda sevindirilirken büyüyünce roller değişiyor ve sevindiren oluyorsunuz. Bu rol değişimine alışmanız kolay oldu mu?
O çok kolay olmuyor. Mesleğe başlayıp para kazandığınızda önce şaşırıyorsunuz. "Bu para hakikaten benim mi?" diye sorguluyorsunuz. Sonra alışıyorsunuz. Harcamaya alışmak da çok kolay oluyor. Ramazan gelince fitre ve zekât aklınıza geliyor. Bunlara daha önce babanız yapıyorken sonra siz yapmaya başlıyorsunuz. Sonra İstanbul âdeti olan mendil dağıtma geleneğini sürdürüp küçüklere mendil veriyorsunuz. Bayram harçlığı, şeker, çikolata gibi sorumluluklarınız oluyor. Şimdi hatırladım; eskiden akide ve badem şekeri alınırdı. Hacıbekir'den olursa ayrı bir güzel olurdu. Onun karşısında bir de Hafız Mustafa vardı.
Şimdi nasıl yaşıyorsunuz?
Necip Fazıl gibi sürüldük. Ben tarihi yarım adanın çocuğuyum ama Beykoz'un bir köyüne taşındım. Sosyal çevre değişince ister istemez sürüldük. Şimdi bayram tatilleri var. Ben bunları garipsemiyorum. Çünkü insanların üzerinde o kadar büyük bir yük var ki... İnsanlar üç günlük bayram tatilini şehirden kaçarak değerlendiriyor.
Siz bu bayram çocuklarınızla birlikte olabilecek misiniz?
Olamayacağım. Herkes bir yere gidiyor. Çünkü çok yoğun çalışıyorlar. Gönlümden geçen yanı başımda olmaları. Fakat onlar da haksız değiller.
Bayramın manası sizin için yalnızlık mıdır, yoksa kalabalıklık mı?
Bugün insanların etrafı kalabalık ama herkes yalnız. Bir gönül dostu yok. Bakın etrafınıza derdinizi dinleyecek birileri var mı? Bu böyle bir dönemdir. Herkes ben olarak yaşıyor. Eskiden böyle değildi. Benim için artık bayramlar yalnızlıktır.
Ömrünüzün özeti...
Çok güzel bir ömür geçirdim. Hiç keşkem olmadığı için Allah'a şükür ediyorum.