Dr. Mehmet Ali Sarı, tilâvet usûlü, Türk Tavrı ile Arap Tavrı arasındaki farklar, Türk Tavrı’nın fem-i muhsin üstad temsilcileri ile İstanbul Tavrı ve Mevlid üstadlarını “Kur’ân Tilâvetinde Türk Tavrı ve Merhum Temsilcileri” çalışmasıyla kitaplaştırdı. Dr. Sarı, çalışmasıyla ilgili olarak, ‘Kur’an-ı Kerim’in Tilavetinde Türk Tavrı ve Merhum Temsilcileri’ dediğimizde ben bu yazdığım temsilcilerin hepsini hem gördüm, dinledim hem muhatap oldum. Hafızamda onları muhafaza ettim ve elimden geldiğinde bu kitaba aksettirmeye çalıştım” ifadesinde bulunuyor.
Kur’an-ı Kerim’i okumada güzel bir üslup, ahenk bizlere Efendimizin (sav) emri diyebilir miyiz?
Kur’an-ı Kerim, malum içinde bulunduğumuz böyle bir Ramazan ayında vahiyler başladı. sonra yirmi üç sene zarfında vahiyler halinde devam etti ve tamamlandı. Vahiyleri Cenab-ı Hak, Cebrail vasıtasıyla Peygamberimize (sav) duyurdu. Kur’an-ı Kerim’de Kıyamet Suresi’nde “okudu” diye geçer. “O’nu sana okuduğumuzda Sen O’nun okunuşuna uy” mealindedir ayet-i kerime. Bu itibarla Kur’an-ı Kerim önce Cenab-ı Hak tarafından Cebrail’e okunmuştur. Cebrail Aleyhisselam da Allah’ın emriyle vahiyleri vahiy meleği olarak Peygamberimize (sav) okudu. Peygamberimiz de (sav) çeşitli pozisyonlarla halet-i ruhiyye ile almış olduğu vahiyleri yakınlarına, ashab-ı kirama okudu. Peygamberimizden (sav) ashab-ı kirama, ondan sonraki nesillere okunarak tevatür halinde geldi. Kur’an-ı Kerim’in tevatürü kelimelerindedir, cümlelerindedir. Kur’an-ı Kerim’in sesinde, yazılışında değildir. Kur’an-ı Kerim’in tevatürü yani gücü kuvveti, bozulmamış olarak bize kadar gelmesi ayetlerlerde, cümlelerde, kelimelerde Kur’an-ı Kerim’in dizilişindedir. Bu öneme binaen biz Kur’an-ı Kerim’i bir türlü gelenek halinde seslendirmeye devam ediyoruz.
Kitabınızda “Her Müslüman ülke tertil esaslarını dikkate alarak Kur’an-ı Kerim’i kendi yerel ses ve nağme selikaları ile okur. Tavır denilen fark budur” diyorsunuz…
İnsanlar, İslamın şartlarını uygulayarak Müslüman olurlar, iman esaslarını da kalplerine yetiştirerek mümin olurlar. Dünyada bu esaslar dahilinde günümüzde iki milyara yakın insan var. Dünyanın değişik coğrafyalarına yayılmışlardır. Bunların bu esaslara inandıkları, o esasları uyguladıkları halde dilleri farklıdır, kültürleri farklıdır, renkleri farklıdır, sesleri farklıdır, nağmeleri farklıdır… Bu farklılıkla o iman esaslarını yerine getirirler. Nasıl ki tesettür özünü muhafaza ederek farklı giyindiğimiz gibi, Kur’an-ı Kerim’in vahyedilen özünü, Peygamberimizin (sav) ashab-ı kirama okuduğu özünü muhafaza ederek farklı şekilde nağme yükleyebilir, farklı şekilde Kur’an-ı Kerim’i seslendirebiliriz.
Arap tavrının tüm Müslüman coğrafyada hakim olduğunu görebiliyoruz. Ancak Türk tavrının ortaya çıkışı nasıl gerçekleşti?
Peygamberimizin (sav) başlattığı Arap tavrı Mısır’a intikal etmiş. Mısır’da çok büyük sesler, ustalar meydana gelmiş. Kur’an-ı Kerim’in tilaveti sonradan Müslümanlığın gittiği ülkelere onlar vasıtasıyla ulaştırılmış. Müslümanlığı onlar iletince Müslümanlığın temel kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in seslendirilmesini de onlardan öğrenmiş dünya. Ama bir de Arap dünyasının dışında bir Acemi dünyası var. Onlar da Kur’an-ı Kerim’i kendi tavır ve kendi seslerine göre okumuşlar. Kullandıkları sesi Kur’an’a uygulamışlar. Bizim de gök coğrafyamızda bizim gök kubbemiz altında bize özel bir kıyafet gibi bize özel nağmelerle olduğu için bir Türk tavrı meydana geliyor. Bu Türk tavrı, Türk kelimesi gibi hakim kubbedir. Bu hakim kubbe altında diğer milletler de küçük küçük kubbeler halinde büyük kubbeye tabii olarak bu Kur’an-ı Kerim’i seslendiriyorlar.
TÜRK TAVRININ ZİRVESİ İSTANBUL TAVRI
Türk tavrının ötesinde bir de tilavetin zirvesi olarak gördüğümüz “İstanbul tavrı” var. İkisinin farkı nedir?
Türk tavrı farklıdır. Türk tavrının özellikleri bütün detaylarıyla okuduğunuz zaman ses bilgisine sahip olmanız lazım, ileri bir tilavet için. Ses deyince makamları bilmeniz lazım. Makamların birbirleriyle olan münasebetini bilmeniz lazım. Bu makam renklerini, nağme renklerini, hangisinin hangisi ile uyacağını bilmeniz lazım. Böyle bir sanat meydana gelmiş. Bu sanatın ileri derecesine de İstanbul tavrı denmiştir. Bu sanata giderken, bu zirveye giderken o yollar Türk tavrıdır. Zirveleştiği zaman o zirve İstanbul tavrıdır.
İstanbul tavrının tek temsilcisi Ali Üsküdarlı’dan sonra yeniden bu zirveye ulaşmak mümkün mü?
Bu zirve, ütopya değil. Erişilmez değil. Eğer kendi okuyuşuna razı olursan cemaatin, “Aferim maşallah” demesine kanarsan aramazsın. Aramazsan da olduğun gibi kalırsın. Tabi bu İstanbul tavrının temsilcisi Hafız Ali Üsküdarlı, bir kere İstanbul, Üsküdar’da doğmuş bu bir ayrıcalık. Ben Anadolu’da doğdum, İstanbul’a 16 yaşımda geldim. 16 yaşına gelinceye kadar Hafız Ali Üsküdarlı, büyük bir zirve katetmiş. Üsküdar Osmanlı payitahtında vezir vüzeranın oturduğu, yazlık olarak kullandığı bir yer. Amcası Üsküdarlı Şair Talat, şiir antolojilerine girmiş meşhur bir zât. Onun meclislerine devam etmiş babasıyla. Onlardan etkilenmiş. Üsküdarlı bestekârlardan meşk etmiş. Kendisinin de Allah’ın verdiği bir sesi bir kabiliyeti var. Bu şartların birleşimi ile şekillenmiş İstanbul tavrı. Dolayısıyla bu şartlar birleştiğinde, bir kabiliyet meşk edecek, sesi ve makamları tanıyacak, edebiyat bilecek, üslup dersi alacak, güzeli uyanı uymayanı anlayacak ve bütün bu kültürünü tilavete aksettirecek. İşte o tilavet İstanbul tavrıdır.