Tabii platformunda yayınlanan ve kısa sürede büyük bir ilgi gören Gassal dizisi izleyenlere modern insanın ölüm gerçeğiyle sorunlu ilişkisinden kaynaklanan zaaflarını tekrar hatırlattı. İnsan, bu zaaflarının bir neticesi olarak ölüme işaret eden her şeyden kaçarken gassallik gibi hayatî bir mesleğin de bu çarpık toplumsallıkta gözlerden uzaklaştırılmış olduğu birçoklarımızca fark edildi. Tıpkı kadim zamanlarda şehirlerin göbeğinde yaşamla iç içe olan mezarlıkların modern şehir planlamasında kentlerin çeperlerine itilmesi gibi.
Fakat bugünlerde yaşadıklarımız Cumhuriyet tarihinde gassalliğin öneminin ilk fark edilişi değil. Tek partili yılların sonlarında gassal ihtiyacı acil bir mesele olarak milletvekillerinin gündemine geldiğinde bu tartışma resmi din eğitiminin önündeki engelleri kaldıran gelişmeleri başlatmıştı. Yani din eğitiminin ikincil gayelerinden fakat topluma yansıyan tarafıyla en görünür karşılıklarından olan cenaze hizmetleri ihtiyacı, 1924’ten beri engellenen bir alanın yeniden canlanmasına vesile olmuştu. Yani “ölü”den “diri” çıkmıştı.
Tek parti idaresi din eğitimini sistemin dışına itmişti
3 Mart 1924 tarihi Cumhuriyet ideolojisinin dini alana müdahalesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte Hilafet ile Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış, Başbakanlığa bağlı olarak Diyanet İşleri Riyaseti kurulmuş ve Medreseler Maarif Vekâleti'ne devredilerek kapatılmıştı. Esasında Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nda öngörüldüğü gibi din eğitimi için medreseler yerine orta derecede İmam-Hatip okulları yüksek derecede de Darülfünun'da bir İlahiyat Fakültesi açıldı. Yani Cumhuriyet ideolojisiyle uyumlu tek tip din yorumuna sıkı sıkıya bağlı olsa da din eğitiminin devamı vadedilmekteydi. Fakat bu vaat de yerine getirilmedi. Bu kurumlara gereken önem verilmedi ve ilk önce İmam-Hatip okulları daha sonra da İlahiyat Fakültesi kapatıldı.
1924-25 Eğitim Öğretim Yılı'nda ülke genelinde 26 İmam-Hatip okulunda 302 öğretmen ve 1442 öğrenci mevcuttu. Kapatılan medreselerin talebelerinden tercih edenler bu okullarda eğitim görmekteydi. Sadece iki yıl sonra, 1926-27 sezonunda büyük bir azalmayla okul sayısı 2’ye kadrolu öğretmen sayısı 41’e öğrenci sayısı ise 278’e düştü. Yıllar geçtikçe istihdam imkânı kalmayan okullara öğrenci katılımı da azaldı ve 1930-31 eğitim öğretim yılında bu okullar tamamen kapatıldı. İlahiyat Fakültesi ise 1933 üniversite reformuyla Darülfünun'un kapatılıp İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasıyla birlikte kapanmış oluyordu.
Baskı altında din eğitimi mücadelesi
Osmanlı’nın kendinden önceki İslam ilim geleneğinden tevarüs ederek geliştirdiği ve İmparatorluğun en mühim eğitim kurumu olarak yıllarca âlim ve bürokrat yetiştiren medreselerin 1924’te lağvedilmesi ve 1930’da İmam-Hatip okullarının 1933’te de Darülfünun İlahiyat Fakültesi'nin kapatılmasıyla devlet bünyesinde ilk defa din eğitimi veren kurum kalmıyordu. Din eğitimi için bir fetret dönemi olarak tanımlanabilecek bu süreçte İslam ilim geleneğinin devamlılığı eski hocaların fedakârlıklarına ve onların izinden gitme gayreti gösteren yeni nesil öğrencilerin çabalarına dayanmaktaydı.
Bu dönemde kurumsal bir yapıdan yoksun bir şekilde sürdürülen din eğitiminde, faaliyetlerin devlet nezdinde hukuksuz oluşu nedeniyle sürekli bir baskı ve huzursuzluk hissedilmekteydi. Dönemin canlı tanıkları elifba gibi basit bir dini tedrisin bile sık sık “jandarma dipçiği” ile bölündüğünü aktarıyor. Ayrıca, mekân, kitap gibi temel ihtiyaçlar başta olmak üzere ekipman eksiklikleri ve maddi imkansızlıklar da önemli sorunlar arasında yer almaktaydı. Tüm bu zorlukların birikimiyle oluşan toplumsal muhayyile İmam-Hatiplerin açılır açılmaz yoğun bir ilgiye mazhar olmasının esas nedeni olmuştur.
“Bir milletvekili sıfatıyla köylülerden aldığım ilham ile, onlardan işittiğim ibare ile söyleyeyim ki, köylülerin ölülerini gömecek adamları yoktur”
II. Dünya Savaşı sonrası atmosfer ve çok partili siyasi hayata geçiş uzun süredir yürütülen laiklik politikalarının gözden geçirilmesini beraberinde getirdi. Halkın büyük talebinin yanında cenaze işleri gibi din hizmetlerini yürütecek olan personel eksikliği konunun muhatapları tarafından görülmekteydi. CHP’nin 1947 yılında gerçekleşen yedinci kurultayında din eğitimi meselesi laikliğin uygulaması bağlamında uzunca tartışılmış, çeşitli çözüm önerileri sunulmuştur. Bu kurultayda CHP Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu’nun ağzından dökülenler din eğitimi yoksunluğundan kaynaklanan durumun vahametini gösterirken tek partili yıllarda Diyanet İşleri başkanlığına dayatılan kötü koşulların da itirafı niteliğindedir:
“İslâm dinine mensup olan cemaatin başına “Diyanet İşleri Reisi” diye birisini oturtmuşuz. Fakat, hiçbir iş yapmayarak, kolları bağlı olarak bırakmışız, boyuna tespih çekmesine müsaade etmişiz. Halbuki Hristiyan ve Musevi Türk cemaatleri kendileri için mektepler açmışlar, orada papazlar yetiştirmişler, hahamlar yetiştirmişler, ölü gömücüleri yetiştirmişlerdir, Fakat bu memleketin onda sekiz nüfusunu teşkil eden Türklerin, bir milletvekili sıfatıyla köylülerden aldığım ilham ile, onlardan işittiğim ibare ile söyleyeyim ki, köylülerin ölülerini gömecek adamları yoktur.”
“Vallahi, billâhi, altı köyümüzde bir tek imam kaldı. Ölülere nöbet bekletiyoruz”
Aynı kurultayda İstanbul Mebusu Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ifadeleri ise şu şekildeydi:
“Aziz arkadaşlar; muhterem arkadaşlarımızdan bazıları köylerin imama ihtiyacı olduğunu söyledi. Arkadaşlar en yakın misalini arz edeyim; bu Büyük Millet Meclisi'nde de mevzuubahis oldu, bir münakaşadan sonra dışarıya çıktığım zaman altı tane Meclis hademesi yanıma geldi, gözleri yaşlı olarak şunları söyledi: ‘Vallahi, billâhi, altı köyümüzde bir tek imam kaldı. Ölülere nöbet bekletiyoruz. Ondan kalkıp bu köye geliyor ve boyuna köy değiştiriyor. Eğer, bize imam ve hatip vermezseniz ölülerimizi köpek leşi gibi toprağa gömeceğiz.”
Bu tartışmaların bir uzantısı olarak 1948’in Ocak ayında de bazı milletvekillerinin teklifiyle vaiz, müftü ve yüksek din adamları yetiştirmek üzere Ankara’da İslam İlahiyat Fakültesi kurulması teklif edilmişti. Teklifin dikkate alınmasıyla meclise yasa tasarısı sunulmuş ve tasarı kabul edilerek Haziran 1949’da yürürlüğe girmiştir. Aynı yıl dini hizmetlerin yerine getirilmesi sorununa kısa vadeli bir çözüm olarak da öncelikle İstanbul ve Ankara’da 11 aylık hızlandırılmış İmam-Hatip kursları da açılmıştır.
İmam Hatipler ve Yüksek İslam Enstitüleri açılıyor
1951 yılına gelindiğinde halkın talebi ve merhum Celaleddin Ökten, Tevfik İleri gibi önemli şahsiyetlerin çabalarıyla ortaokul seviyesinde İstanbul, Ankara, Adana, Konya, Kayseri, Maraş ve Isparta olmak üzere yedi ilde İmam-Hatip okulları kurulmuştu. İlk mezunların lise çağına geldiği 1953-54 Eğitim Öğretim Yılı'nda İmam-Hatip okullarının üç yıllık lise kısmı da açıldı. İlk mezunlarını 1957-58 Eğitim Öğretim Yılı'nda veren İmam-Hatip liselerinden mezun olan öğrencilerin Ankara İlahiyat dâhil hiçbir yükseköğretim kurumuna kabul edilmemesinden dolayı bu kişilerin eğitimlerine devam edebileceği yükseköğretim kurumuna ihtiyaç duyuldu.
Yüksek İslam Enstitüleri'nin kuruluş gerekçesi olarak “orta ve muadili okullara ehliyetli din dersi öğretmeni yetiştirmek ve memleketin muhtaç olduğu müspet ve hayati bilgilerle mücehhez din bilginleri yetişmesine zemin hazırlamak” ifadesi zikredilmiştir. Resmi prosedürün tamamlanmasıyla Milli Eğitim’e bağlı olarak kurulan ilk Yüksek İslam Enstitüsü 1959-1960 eğitim öğretim yılında İstanbul’da İmam-Hatip Okulu binasında faaliyete başlamıştır. İstanbul’un ardından Konya (1962), Kayseri (1965), İzmir (1966), Erzurum (1969), Bursa (1975), Samsun (1976) ve Yozgat’ta (1980) da İmam Hatip mezunlarını kabul eden Yüksek İslam Enstitüleri açılmıştır.
Tarihe gömülmek istenen din eğitiminin küllerinden doğuşu
Cumhuriyet dönemi boyunca din eğitimi ve hizmetleri ideolojik çatışmaların gölgesinde şekillendi. Özellikle tek parti döneminde resmi din eğitimi yokluğunda ortaya çıkan boşluk, halkın temel dini ihtiyaçlarının karşılanmasında ciddi sorunlara yol açtı ve bu eksiklik zamanla güçlü bir talebe dönüştü. Gassal ihtiyacı gibi somut bir sorun üzerinden başlayan tartışmalar İkinci Dünya Savaşı sonrasının küresel ve yerel şartlarıyla birleşince toplumun din eğitimi ve hizmetlerine olan talebi daha görünür hale geldi ve bu alanda adım atılması kaçınılmaz oldu.
1948’den itibaren İmam-Hatip kursları ile Ankara İlahiyat Fakültesi’nin kuruluşu ve ardından İmam-Hatip okulları ile Yüksek İslam Enstitüleri'nin açılması sadece dini hizmetlerin yerine getirilmesine değil, aynı zamanda toplumsal hafızada ve din-devlet ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasına da vesile olmuştur. Sonuç olarak, tarihsel süreç, din eğitimi gibi köklü bir alanın baskı ve ihmal altında bile toplumun derin talep ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillenebildiğini gösteriyor.