Efsunlu zamanlar uzun mektuplar

Cihan Aktaş, Bana Uzun Mektuplar Yaz’da bir dönem mektup misali hayatımızın merkezinde yer alıp zaman ilerledikçe kaybolan büyülü günleri, ‘tanıklıklar’ ve ‘içe bakış’ metodunu kullanarak anlatıyor.

Hakkı Yanık
Karakalem çalışma: Hakkı Yanık.

“Yine yakmış yar mektubun

ucunu” Hüzzam şarkı.

1984’ten günümüze kadar birçok esere imza atan Cihan Aktaş’la otuz yılı aşan bir tanışıklığımız var. Eserleri bu sürede yavaş yavaş kitaplığımda biriken yazarın ilk romanı Bana Uzun Mektuplar Yaz’ı (İz Yayıncılık, 2012) okuyup değerlendirmeyi düşünüyordum. Bu kitabı seçmemin iki sebebi vardı. İlki eserin ilk roman olması ikincisi de ‘yatılı’lık durumu. Kitabı, ‘dönem romanı’ olarak görmem de belirleyici oldu.

Kitapların bir kaderi olduğuna inanırım. Okumalar da öyle. Bana Uzun Mektuplar Yaz, iki ayda okundu hatta benimle ‘umre’ye bile gitti, geldi.

368 sayfalık kitap 19 bölümden oluşuyor. Her bölüm bir Cihan Aktaş hikâyesi uzunluğunda. ’70’li yılların Türkiye’sini resmeden ve modern bir anlatımla sâde bir dilin kullanıldığı metin iki kanaldan ilerliyor. Okul hayatı ve evde geçen günler. Evinden kopup ‘yatılı’ya giden gençleri, onların zihinlerini, geleceklerini yeniden kurma çabalarını resmeden eserde anlatım Aslı(han) Toprak’ın gözünden yapılıyor.

Sorgulamaları bitmeyen bir kişilik Aslı. Bir davranışının, sözünün ardından sayfa 215’te olduğu gibi yoğun bir sorgulamaya girişiyor. Kendisiyle konuşuyor, günlük tutuyor, mektup yazıyor. Bol bol tahlil yapıyor, bazen ruha dokunduğu oluyor!

Kahramanlarının ‘iç’ romanını yazıyor Aktaş. Hikâyelerinde görülen iç çözümleme yöntemini bu romanına da taşımış. Ayrıntıcı, titiz, dikkatli. Eser, bir dönem hayatımızın merkezinde yer alıp zaman ilerledikçe kaybolan büyülü günleri anlatıyor. Bunu yaparken ‘tanıklıklar’a da başvuruyor. Öyle ki satır aralarında yer yer Cihan Aktaş’ı görüyorum. İşte o kara, kuru kız.

Ayrıntı zenginliği müthiş. Ben de yatılı okudum lâkin bu kadar çok ayrıntı saklayamadım. Yeri gelmişken ‘yatılı’ okullar hakkında bir çift laf edeyim. Yatılı öğretmen ve yüksek öğretmen okulları ülkemiz için ‘iyi’ bir kapı açabilirdi. Bu fırsatın kısır siyasî tartışmalarla heba edilmesi çok hazin.

Yazar bir başka zamandan, efsunlu günlerden bahsediyor hissine kapılıyor insan okurken. “Çarşamba Tarkan günüydü; oturma odasında Viking Kanı’nı okuyordu … Huriye Babaanne evinin duvarındaki geyikli Kâbeli halıyla bütünleşen kıssalar anlatmak üzere onu evine çağırıyordu. ... Şükrü bey ... çocuklarının ezanla birlikte mutlaka evde olmalarını istiyordu” (s. 34-35) cümlelerini okuyunca “O günler yaşanmış mıydı?” diye sormamak işten değil.

O günlerde herkese, her yere mektupla ulaşırdık. Ana-babaya, dosta, sevgiliye. Kimi uzun, kimi kısa. Bazen bir el çizimi olurdu sayfalarda bazen kuru bir gül konurdu araya. Bazen ucu yanardı kâğıdın, mürekkebe göz yaşı katılırdı. Gel gör ki, “Dörtnala uçan bir atlı gibi geçiyor zaman” (s. 111, 156). Geçiyor ve şimdi bize efsunlu gibi gelen mektuplaşma tarihe karışıyor.

Sıradan isimler bulma ustası Cihan abla: Bana Uzun Mektuplar Yaz, Halama Benzediğim İçin, Kızım Olsan Bilirdin örneklerinde olduğu gibi. Romandaki kişi isimleri de dikkat çekici: Dürsiye, Şemail, Şadiye, Hatuncuk, Gülveren.

Köydeki öğretmen, çocukları şu cümleyle uğurluyor ‘yatılı’ya: Hepiniz birer bozkurtsunuz, sizlerle iftihar ediyorum (s. 9). Oysa bütün baba ve anneler “Siyasal tartışmalara girme” (s. 10) uyarısıyla yolcular çocuğunu. Aslı’nın babası da öyle yapıyor.

Yatılı’da siyaset öğrencilerin her hücresine kadar nüfuz etmiş. Okullarda kim güçlüyse o hâkim. Sağ-sol, çağdaş-çağdışı ayrışmaları kemikleşmiş. Ölümlü kavgalar oluyor fakat, “öldürülenler hep yoksul” (s. 67). Bazen sloganlara ironi karışıyor. Okulun koridorundaki, ‘kahrolsun emperyalizm’ yazısındaki ‘emperyalizm’ karalanıp üzerine ‘matematik’ yazılıyor (s. 166).

Okulda iki dakikalık bir gecikme yüzünden ‘bir tokat’ yer Aslı ve sarsılır (s. 164). Tokada 269. sayfada yeniden rastlarız. Ülkücü Aslı, babasından da davası uğruna tokat yer! Şöyle konuşur kendi kendine: … bir yabancı o, yabancı … komünistlerin hatırına vurdu bana! Geldiği nokta hazindir: … bir et parçası gibi hissettim; üzerinde tokatların şakladığı bir et parçası (s. 271).

Öğrencilerden Şadiye hayranı olduğu Alain Delon’a mektuplar yazıyor. Şöyle sesleniyor Delon’a: Bu mektubuma da cevap almazsam, kendimi öldüreceğim (s. 178).

Filmler, aktörler, romanlar ve hayallerle bezeli bir hayat. Hâlâ özlerim o yılları. Yatılıların pek hazzetmediği gece etüdünü bile.

Gençliğin olmazsa olmazlarından sevdalık uç verir eserin sonlarına doğru. Yaman’ı sever Aslı. İsmini her yere yazmak ister: “Yaman da kim, diye sorunca Sinan, kim olacak, dedim, bir roman kahramanı” (s. 261). Hatta ona mektuplar yazar. Bu mektuplar Yaman’a ulaşmaz. Hatıra defterinde kayıtlı kalır.

‘Görünmeden görünen’ diye tarif ettiğim Cihan Aktaş, hikâye, roman, sinema ve düşünce yazıları kaleme almış, deneme, araştırma-incelemelere imza atmış bir yazar. Gazeteciliği ve mimarlığı var. Bütün bunlara ilaveten o bir abla, anneanne ve insan. Kaleme aldığı başka kadınların hikâyelerinde kendi hikâyesini arayan kadınlardan. Yazdıklarıyla, ‘kadınlar iyi roman okur’ kanaatini ‘kadınlar iyi roman yazar’a çevirmiş bir yazar.

Kırk yıla kırk çiçek

İlk kitabını 24 yaşında yayımlatan Cihan Aktaş’a akraba, dost ve arkadaşları bir ‘kırkıncı yıl’ hediyesi vermek ister. Ayşe Olgun ve Abdullah Harmancı bu işe ön ayak olur; kırk kalemden dökülen yazılar toplanır, kitap haline getirilir ve Cihan Aktaş’a Kırk Çiçek adıyla İz Yayıncılık tarafından yayımlanır. Böylelikle bir yazarı, bir anneyi, bir insanı anlatan bir eser daha kitaplığımıza katılmış olur.

Kitaptan kısa alıntılar yaparak ilerleyeceğim. Bu sayede anlatılanların ışığında şekillenen Cihan Aktaş’ı görebileceğiz.

İlk kısımda aileden kişiler var. Şöyle diyor kızı Merve Divir: Annemin beni sürekli şaşırtan pek çok yönü var. Bunlardan biri pek çok farklı konuya olan merakı ve yeni tanıştığı insanlara duyduğu içten ilgi. Diğer kızı Meryem Divir’se, “Kendi dünyasının sınırlarını zorladığı gibi beni de hep yeni dünyalara doğru itti” diyerek aktarıyor annesi hakkındaki duygularını. Aktaş’ı çok iyi tahlil ettiğini bildiğim ağabeyi Ümit Aktaş’tan şu cümleyi aldım: Bir kadın olmanın kendisine yüklediği geleneksel ödevleri ihmal etmeksizin öngörülen rolleri aşmak, belki de Cihan’ın en büyük becerisiydi. Hikâyemizin Çağdaş Şehrazatı başlıklı yazısında, “… kadın üzerine yazdığı çok kıymetli yazılarıyla da kadınlara borcunu bihakkın yerine getirmiş bir yazar” tespitinde bulunuyor Yıldız Ramazanoğlu. Sibel Eraslan’sa tanıdığı en sabırlı edebiyat ustaları arasında sayıyor onu. Mustafa Çiftçi, “Cihan Abla yazsın biz de okuyalım” temennisinde bulunuyor. Aktaş’ı “Aktivist, sarsılmaz fakat hep diğergam” olarak görüyor Hacer Yeğin Güneş. Naime Erkovan, “Yazdıklarından ziyade varlığıyla, karakteri ve duruşuyla tanıştım ben Cihan Aktaş’ın” diyor. “… ‘kadını’ öyküye dâhil etti” tespiti Mustafa Başpınar’ın. Selvigül Kandoğmuş Şahin’in tanımlamasıysa şöyle: O Hep yaşadığı gibi yazdı. Mustafa Uçurum, nerede durduğunu bilen ve bulunduğu yerin hakkını sonuna kadar savunan bir eylem ustası olarak görüyor yazarı. Yasemin Akkuş duygusal yaklaşıyor: … ihtiram ile ağladığım bir omuz oldu.

Portresini yazan Âlim Kahraman ağabey, “… hırslı değil ama azimli bir irade sahibi” olarak görüyor Cihan ablayı. Abdullah Harmancı, yazarın öykücülüğüne yönelik, “… içinde olayların, durumların, sorunların, portrelerin, tahlillerin, düşüncelerin yer aldığı geniş bir fotoğraf çeker” değerlendirmesinde bulunuyor. Hüseyin Akın’sa yazarı İslami düşüncenin temsilci isimlerinden biri olarak görüyor. Sadık Yalsızuçanlar’ın, “… o, yazıyı kanaviçe gibi örer” tespitine katılmamak mümkün değil. Hikâyeci Emine Batar’a bakarsak, “Cihan Aktaş … aldığı eğitimden bulunduğu ortama, şahit olduklarından başkaları veya kitaplar üzerinden öğrendiklerine kadar önüne çıkan hemen her konuyu, durumu yazabilmenin yolunu bulmuş bir yazardır.”

Benim için bir abla Cihan Aktaş; cana yakın, çalışkan, sessizliğin sesi.