Duruel nadir ve değerli

Nadir fakat değerli bir durumdur Duruel’in bir metniyle karşılaşmak. Düz ve tek kanallı/tek katmanlı bir metin okunur ve biter. Tembel okuyucular içindir bu tür okumalar. Bir tür “tüketim”dir. Derin okumalara çağıran metinler ise tükenmez, besler. Tekrar tekrar dönülür onlara ve her seferinde başka anlam ufukları açar önünüze.

Nursel Duruel

ÂLİM KAHRAMAN

Her yeni yayınıyla heyecanlandığınız kitaplar var mı?

Onlardan biri, benim için Geyikler, Annem ve Almanya. Nursel Duruel’in ilk baskısı 1982 yılında yapılmış olan öykü kitabı. İşte, artık kaçıncı olduğunu söyleyemeyeceğim yeni bir baskısıyla bir kere daha elimizde o. Nadir fakat değerli bir durumdur Duruel’in bir metniyle karşılaşmak.

Düz ve tek kanallı/tek katmanlı bir metin okunur ve biter. Tembel okuyucular içindir bu tür okumalar. Bir tür “tüketim”dir. Derin okumalara çağıran metinler ise tükenmez, besler. Tekrar tekrar dönülür onlara ve her seferinde başka anlam ufukları açar önünüze. Her okuma yeni keşifler getirir. Emek ister, iç mutluluklar yaşatır size.

Geyikler, Annem ve Almanya, benim için, modern Türk öyküsünün klasiklerinden birine dönüşmüş bir kitap. Modern-klasik! Bilmiyorum böyle bir kavram var mı Türkçede. Bu kitap üstüne daha önce yazdım. Hatta kitaba adını veren “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsü ile Füruzan’ın “Parasız Yatılı” öyküsünü karşılaştırmalı “okuyan” bir çalıma da yaptım. Ancak o, birkaç okumayla tükenecek cinsten “kolay” bir öykü kitabı değil. YKY’den çıkan bu son baskısını ilk heyecanlarla tekrar elime aldım. Bu kez kitaptaki başka bir metin beni daha fazla meşgul etti: “Fırıcı Şükriye”. Daha önce yeterince emek harcamamışım sanki onun için.

TUHAF BİR BÜTÜNLÜK

https://image.piri.net/resim/imagecrop/2019/10/13/06/53/resized_272e2-a785686anurselduruelkapak.jpg

Önce şunu belirteyim. Nursel Duruel’in bu kitabındaki öyküler tam bir anlatım zenginliği sergiliyor. Bu zenginliği sadece anlam bakımından söylemiyorum, teknik bakımından da söylüyorum, özellikle onu kastediyorum bu sefer. Sanki her öykü, yazarın bir kere deneyip sonra çoğaltmadığı farklı anlatım teknikleriyle yazılmış. İçinde, içindeki öykü sayısı kadar kitap saklıyor sanki Geyikler, Annem ve Almanya. Ancak şunu da belirteyim: Başka bir açıdan da tuhaf bir şekilde bir bütünlüğe sahip kitap.

“Fırıncı Şükriye” kitabın belki de en tipik anlatıma sahip öyküsü. Ana zamanı, bir öğle sonrasıyla akşam arası gibi kısa bir kesit. Ancak arkasında uzun bir tarih var. Öyküde geçen isimlere ait kişisel bir tarih. Anlatıcı-kişi (yaşlı bir kadın, adı Halise), namaz kılmak için geçtiği evin arka odasında ‘kıvrılıp kalmıştır seccadenin üstüne’. Öykü bu cümleyle başlar ve sonuna doğru bu cümleye tekrar döner. Araya ise bütün bir geçmiş girer. Hatırlama şeklinde. Ayrıca belli ki uyuyup kalmıştır o kıvrıldığı yerde Halise. Aktüel zaman içine hatırlama yoluyla yerleştirilen bir geçmiş zaman, bu kurgu neredeyse birebir “Geyikler Annem ve Almanya” öyküsünde de var. Ancak onda “uyku” geçmişi canlandıran bir “rüya”yı içerir.

Anlatıcı-kişi Halise, bir tanıktır. Öykünün asıl kahramanları ise onun çocukluğundan beri tanıdığı Fırıncı Şükriye ile onun annesi Habibe Kadın’dır. Ancak Halise de sadece bir dış gözlemci olarak kalmaz, bazı özellikleriyle onu da tanırız anlatım boyunca. Cicianne tarafından büyütülmüş olması, Beybabasının kişiliğinden yansıyan, etrafı tarafından kabul edilmiş otoritesi bunlardan bazıları. Ancak onu merkeze oturtmaz öykücü. Merkezde öyküye adını da veren Fırıncı Şükriye ve onun annesi Habibe Kadın bulunmaktadır. Aktüel zaman bir büyük şehre (İstanbul’a) aittir, geçmiş ise Anadolu’ya. Şehir ve onun sunduğu hayat, Halise tarafından, namaz için geçtiği arka odada “Kuyu gibi, ışıksız, rutubetli bir yer. Hiç sevemedim bu apartman katlarını” cümleleriyle bir eleştiriye uğrar. Fırıncı Şükriye’nin gelini arada bir yerdedir. Belli ki onun da ancak evin içine girince görünür olan ailevî sıkıntıları vardı. Şükriye’nin torunlarından biri (kız) şarkıcılığa heveslenip okulu bırakmış, diğeri (oğlan) ise kitapları bir köşeye fırlatıp “hort zorta kalkışmış”tır (o dönemdeki anarşi ortamına karışmıştır). Anadolu’dan İstanbul’a göç ve bunun getirdiği yeni hayata uyum sorunları, savruluşlar ve dönemin toplumsal hareketleri, öyküde torunlar üzerinden okuması yapılabilecek problemlerdir.

Bu öykülerin 1970’li yıllar ve hemen arkasından, yazıldığını unutmayalım. Bir tarafta ise, gövdeyi oluşturan asıl hayatlar. Habibe Kadın’ın, Şükriye ve Halise’nin geçmişte kalan yaşanmışlıkları. Habibe Kadın çoktan ölmüştür. Fırıncı Şükriye ise henüz ahirete yolcu edilmiştir. Halise’nin binbir güçlükle yapabildiği bu ziyaret, o ölümün üstüne denk gelmiştir. Hikâye bu rastlantının yol açtığı dinamizm üzerine kurulur. Habibe Kadın ve o sıralar henüz genç kız ve çocukluk yaşlarında olan Şükriye ile Halise’nin geçmişleri parça parça, bazı ayrıntılar halinde yansır öykünün hatırlama bölümüne. Bir roman yatmaktadır belki de o kısımda. Seferberlik günlerine, savaşın o yoksulluk ve yoksunluk dönemine ulaşır onlar aracılığıyla anlatım. Perişan bir durumdaki askerlere ekmek, su hazırlama çabalarına...

DERİN KOZMİK ALGILAR

Habibe Kadın, dik başlı ve “eserekli” kimliğiyle adı deliye çıkmış bir kişilik. (Bu tarafıyla Geyikler, Annem ve Almanya’da’ki küçük kızın büyükannesidir sanki o. Aynı geni taşırlar.) Öykücü, öykünün dünyayı görme algısını yer yer onun bu tarafı üzerinden bize, yani okuyucuya yansıtır. Bağımsız, dürüst ve çalışkandır o. Kimseye eyvallahı yoktur, elinin emeğini yer. Bu özellikleriyle etrafın çekindiği biridir. Azarlamaları insanlarla sınırlı kalmaz, yaşadıkları Anadolu kasabasının içinden geçen Kapan Çayı’nı ve yaslandığı koca dağı da azarlar kimi zaman. Onlarla söyleşir. Çaya çatması taştığı zaman küçük çocukları korkutmasından dolayıdır: “Karlar yağmasın, kaynaklar çoğalmasın da göreyim senin deliliğini” der. Dağ ise “Sabaha çıkarken siyahtan mora, mordan eflatuna, pembeye geçip sihirbazlık yaptığı için” azarlanır. Dede Korkut Hikayelerine kadar çıkarır bu duyarlılık bizi. Ya da o sert duruşun arkasındaki derin kozmik algılara.

İşte o sıralar küçük bir çocuk olan Halise, çalışkanlığına tutkundur Habibe Kadın’ın. Ayrıca, ‘anasızlığını sesiyle doyuran’dır o. “Beni dağla taşla barıştıran.”

Habibe, sevgili demek; Şükriye, şükreden, iyilik bilen.. Halise ise hem içten hem de saf, karışık olmayan anlamlarını içeriyor. Çok sıkıntılı bir savaş ortamının sürüp gittiği bir tarih kesitine de uzanan bu öyküde, Habibe Kadın’ın ineğinin adı da Sulhiye’dir. Sulh, barış.. Bu isimler üzerinden de okunabilir mi acaba bu öykü. Sarsılma, değişme ve savrulmaları içeren bu öyküde bir de Urkunç Nine var. O da duaları, beş vakit namazlarıyla girer anlatıya. Urkunç Nineyle toplumun köklerindeki bir başka yüzü görür ve onu da sevdiklerimiz arasına ekleriz öyküyü okurken.