Yıl 1968. Paris’teki ilk yılımı tamamlamış, evlenmek için Türkiye’ye dönüş programlarımı yapıyordum. Benim gibi bir öğrenci için uçağa binmek hayal olduğundan, Sirkeci/İstanbul garından beni bu diyarlara getirmiş olan tarihî Orient Expres’le Türkiye’ye gidiş planlarımı yapıyordum. Aklımın köşesinden geçmiyordu ki, Paris’te grevler olacak ve hiçbir ulaşım vasıtası çalışmayacak! Üniversite öğrencileri Sorbonne Üniversitesini işgal etmiş, tepesine “Kızıl Bayrak”ı asmış, günümüz insanlarının artık hatırlamadıkları meşhur “68 öğrenci olayları”nı başlatmışlardı… Peki, bu grevler ne zaman bitecek ve ben Türkiye’ye nasıl gidecektim? Oysa Pervari’deki ailem düğün hazırlıklarını bitirmiş, beni bekliyorlardı. Sorbonne Üniversitesinin önünde grevci öğrencileri seyredip, o zamanki Cumhurbaşkanları olan General de Gaulle için, “Chienlit! Chienlit! (Köpek eniği)” naralarını dinlerken, kendi kendime, “Devrimci keratalar! Düğünümü engellediniz!” diye mırıldanıyordum. Bu şekilde “devrimci öğrenciler” arasında devrimi izlerken, birden aklıma Paris’e en yakın olan bir ülkeye gidip, oradan Türkiye’ye gitmenin yolunu bulmak fikri geldi. Paris’e en yakın ülke Belçika’ydı. İyi de, oraya nasıl gidebilirim? diye düşünürken, birden, Antony talebe yurdunda, oda arkadaşım olan Jeanau(Jean)’nun öğrettiği “oto stop” yapma fikri aklıma geldi. Ertesi gün, valizimi aldım ve yürüyerek Kuzey Otoyolu’na çıkıp, sağ elimin başparmağını yukarıya kaldırarak otostop yapmaya başladım. Yaklaşık bir saat bekledikten sonra, nihayet bir aile beni arabasına aldı. Bu şekilde Fransa’nın kuzey şehirlerinden Lille’e vardım ve beni oraya kadar götürmüş olan Fransız aileye “merci beaucoup!” dedikten sonra, Bruxelle için otostop yapmaya devam ettim. Allah’ın lütfuyla fazla beklemeden Bruxelle’e vardım. Varmasına ardım amma, hayatımda görmediğim bir yağmurla karşılaştım. Sırılsıklam olduktan sonra, nihayet bir taksi bulabildim ve “Turkish airlines s’il vous plait! (Lütfen beni Türk Havayolları’na götürür müsünüz?)” dedim. THY bürosunun önünde taksiden inince, ormanda yolunu kaybetmiş birinin, yolunu bulması gibi sevinmiştim. Büroya girdiğimde, iç çamaşırlarıma kadar ıslanmıştım. Fakat çalışanlar o kadar sıcak bir alaka ile karşıladılar ki, bütün yorgunluğumu unuttum ve kendi kendime “elhamdülillah” dedim. Türkiye’ye varmış gibi sevinmiştim…
Üç heyecan bir arada
Yetkililer halime acıdıkları için bir çay ikram ettikten sonra, çalışanlardan birisi, “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. Ben de Türkiye’ye gitmek istediğimi söyledim. “Bugünkü uçak gitti; sizi ancak yarınki uçakla gönderebiliriz” dedi. Naçar, ertesi güne kadar kalmak üzere bir otel aradım. Büroya en yakın olan otele girdikten sonra, sırılsıklam olan elbiselerimi orada bulduğum askılara astım ve valizimden kurularını çıkararak giydim; ardından da uyumak üzere pijamalarımı giyip, yatağa uzandım. Tam uyumaya hazırlanıyordum ki, yatağımın başucunda bulunan “Bible”ı/Kitab-ı Mukaddes”i gördüm. Allah’ın İsâ(a.s)’a gönderdiği, fakat papazlar tarafından tahrif edilmiş olan İncil’in sahifelerini karıştırıyordum ki, yorgunluktan uykuya dalmış, rüyalarımla baş başa kalmıştım… Ertesi sabah erken saatte uyandığımda, ıslak olan elbiselerim kurumuş; gözlerim de uykuya doymuş vaziyetteydi. Hemen giyinip, büroya gittim. Birkaç husustan dolayı, heyecanlıydım: Birincisi, ilk defa uçağa binecektim. İki, bir senedir hasretini çektiğim Türkiye’ye gidecektim; üçüncüsü ve en önemlisi, evlenip hayatımı değiştirecektim! Bindirildiğimiz otobüs bizi hava alanına doğru götürürken, bütün bunları bana tattıran Rabbim’e şükrediyor, havayolu ve çalışanlarına dua ediyordum.
“Seyahat edin sıhhat bulursunuz”
Öğrencilik yıllarımdan sonra, “Hocalık” yıllarım başlayınca, doğuştan içimde var olan “seyahat tutkusu” depreşmeye başladı. Çünkü daha önce gerek rahmetli babama gerekse burs aldığım mercilere karşı olan maddi bağımlılığım son bulmuş, göreceli de olsa, “maddi hürriyet”e kavuşmuş, artık istediğim yere seyahat etme özgürlüğünü elde etmiştim. Fakat fazla zaman geçmeden, sosyal hayatımda bir değişiklik oldu ve evlendim. Başlangıçta eşime zor gelen “seyahat tutkum”a kısa zamanda o da alıştı ve bazı insanların yaptıkları gibi paramızı lüks eşyalar almaya değil, seyahatlere harcamaya başladık. Ev, arsa, araba alma sevdasına kapılmayarak, yeryüzünde ne kadar “değişik coğrafyalar” görebilirsem, bu kâinatı bize bahşeden Allah’ın ihsanlarını o derecede görebilirim sevdasıyla, “Seyahat edin sıhhat bulursunuz” hadisine de uyarak, içinde bulunduğum bu seksen yılım dâhil, hep seyahat ettim. Seyahatlerimi yaparken, tıpkı seleflerim olan “klasik seyyahlar”ın yaptıkları gibi davranarak, elimden geldiğince, görüp müşahede ettiğim coğrafyaları, okuyucularımla paylaşmayı hedefledim ve yazdığım kitap ve makalelerle gördüklerimi onlarla paylaştım1. Bu seyahatleri yaparken, THY’nin bütün dünyaya uçuş kolaylığı sağlayan imkânlarından istifade ettiğimi burada belirtmesem, haklarını yemiş olurum. Çünkü THY, gerçekten dünya çapındaki uçuşlarıyla, benim gibi seyyahlara kolaylık sağlıyor; bazen de çok uçanlara bedava uçuş ikramlarında bulunuyorlar.
Dünyanın üçüncü dibine yolculuk
Kanaatime ve araştırmalarıma göre, üzerinde yaşadığımız dünyanın üç tane dibi vardır: Avustralya, Güney Afrika ve Güney Amerika. Bu üç dünya dibinden biri olan Avustralya’ya iki defa gitmiş, iklim olarak, bitki örtüsü olarak, üzerinde yaşayan canlıların türleri hakkında bazı bilgiler edinmiş; bu bilgileri kitaplarımda, makalelerimde, imkânlarım nisbetinde çektiğim fotoğraflarla anlatmaya çalışmıştım. Dünya diplerinin ikincisi dediğimiz Güney Afrika’ya da keza iki defa konferans vermek üzere gitmiş, çeşitli dergi ve gazetelerde olduğu gibi, bazı seyahat kitaplarımda da bu konuda bilgi vermeye çalışmıştım. Gelelim üçüncü “dünya dibi”ne: Üçüncü “dünya dibi” diye adlandırdığımız Güney Amerika’ya ise hiç gitmemiş, o çok merak ettiğim ve bir vesile ile hakkında makale yazdığım Amazon Nehrini, hakkında birçok makale okuduğum muhteşem ormanlarını ve bitki örtüsünü; gençlik dönemlerimizin efsane futbolcusu olan Pele’nin yetiştiği coğrafyayı merak ediyor; maddi imkânsızlıklardan dolayı bu arzumu yerine getiremiyordum. Hele hele, maddi durumlarının yetersizliğinden dolayı “Üçüncü dünya ülkeleri” arasında sayılan Brezilya’yı, o dünyanın efsane futbolcusunun yetiştiği coğrafyayı, bitki örtüsünü merak ediyor, özellikle İsrail’in Gazze’de işlediği soykırıma karşı cesaretle karşı çıkan bu ülkenin insanlarını merak ediyor, oraya gitmenin yollarını arıyordum. Derken; geçtiğimiz haftalarda, telefonum çaldı ve THY’den kibar bir ses: “Hocam size müjde! Güney Amerika’ya uçuyor ve bu ilk uçuşumuzda seni de aramızda görmek istiyoruz; kabul eder misiniz?” Seksene gelmiş olan yaşımdan dolayı tereddüt ediyorlardı bu uzun seyahate katılmam konusunda. Haklıydılar! Fakat en azından rüyalarımda görmek istediğim Güney Amerika için bu teklif gelince, “Elbette Efendim! Hayırlı, uğurlu olsun!” diye cevap verdim. Oysa yıllar önce Kuzey Amerika’ya gittiğimde böyle heyecanlanmamıştım. Çünkü bu Amerika’nın tüm dünyayı sömürdüğünü biliyordum. New York kıyısında, elinde “hürriyet meşalesi(!)” tutan genç Amerikalının heykelini gördüğümde de hiç heyecanlanmamış; Afrika’dan kaçırdıkları insanları köleleştirerek bu anıtın yanına getirip, sağlık muayenelerini yapıp uygun görmediklerini ölüme terk etmelerinden dolayı onları lanetlemiştim. Bu lanetim, yeryüzünün birçok coğrafyasında, fakat özellikle Müslümanların yaşadıkları coğrafyalarda işledikleri zulümlerden dolayı hiç azalmamıştı. Bu emperyalist Avrupa kaçkınları böyle yapmışlardı hem “Zencilere” hem de İslam Düyası’na! Ama şükürler olsun ki, Kuzey’de işledikleri cinayetleri, Güney’de işleyemediler… Güney Amerika ve Brezilya ismini duyduğumda heyecanlanmamın özel bir sebebi de var: Yıllar önce hocam Muhammed Hamidullah’ın bir makalesini tercüme etmiştim. “Kristof Kolomb’dan Önce Müslümanların Amerika’yı Keşfi” isimli bu makalede2 hocamın ilginç bir tespiti yer alıyordu. Muhammed Hamidullah, bu makalesinde Afrika’da yaşayan Müslümanların Kristof Kolomb’dan önce Amerika’ya ulaştıklarını anlatıyordu. Bu tezini destekleyen delillerden biri olarak Brezilya’ya isim olan Brezil kelimesinin İngilizce ve Brezilya dahil Güney Amerika’da kullanılan hiçbir dilde yer almadığını belirtiyordu. Hamidullah Hoca’ya göre Brezil kelimesi Mali Deltası’nda yer alan Berberi kabilelerinden biri olan Birzala’dan gelmekteydi ve bu kabileye mensup Müslüman denizciler ulaştıkları bu yeni yere kendi kabilelerinin adını vermişlerdi.
Sao Paula sokaklarında bir “Turko”
Brezilya’ya seyahat daveti aldığımda sanki Afrikalı dindaşlarımın yüzyıllar önce gittikleri coğrafyanın beni çağırdığını hissettim. İşte Brezilya’da, Sao Paula sokaklarında oynayan zenci çocuklarını seyrederken bunları düşünüyordum… Bir akşam yağmurunun altında, Müslümanlar tarafından yapılmış eski ve çift minberli3 olan camiye doğru ilerlerken, Güney Amerikalıların nasıl hürriyet soluduklarını hissediyordum… Senenin pek çok gününde yağan yağmurlar nedeniyle Brezilya adeta yeşille bezenmiş kocaman bir vazo görünümünde olan bir ülke… Aman ya Rabbi! Bu ne güzellik, bu ne rengarenk çiçekler, güller, yaseminler, şebboylar… Brezilya’nın bir futbol ülkesi olduğunu her adımda hissedebiliyorsunuz. Özellikle bir dönemin efsane futbolcusu Pele’nin çok özel bir yeri olduğunu anlıyorsunuz. Onun adına inşa edilmiş olan yedi katlı müzenin önünde otururken bunu düşündüm… Binanın her tarafında Pele’nin resimleri, ayağının değdiği toplarla “salon kaleleri”ne gol atmaya çalışan gençler ve yaşlı Brezilyalılar… Adeta bir “futbol müzesi” olan bu muhteşem binada, hatıra fotoğrafı çekenler, Pele’nin ayağının değdiği varsayılan satılık futbol topları, formalar, eşofmanlar vs. v.s. Çıkış kapısında üzerine oturduğum bankta yanıma oturup bana söyledikleri fakat benim anlamadığım lakırdılar… Beni yabancı görüp fotoğraf çekmek isteyen gençler, Türkiye’den olduğumuzu anlayan ve “Turko!” diye ellerini kaldıran; bazısı elimi sıkan gençler, “viva!” diye bana iltifat edip ellerini çırpanlar…
Siyonizme ses çıkaran güzel ülke
Pele Merkezi’nden ayrıldıktan sonra usul usul yağan yağmurun altında otele dönüp, İstanbul’a doğru yapacağımız uzun yolculuğun hazırlığını yapmaya niyetlenirken aklımıza başka düşünceler üşüşüyordu. Çünkü bu günlerde Brezilya, farklı bir yönüyle de ilgimizi çekiyordu. Bir yılı aşkın süredir devam eden Siyonist zulme çok gür bir sesle karşı çıkması tüm dünyadaki Müslümanlar nezdinde hayranlık uyandırıyordu. Müslüman âlemi utanılacak bir sessizlik içindeyken, Batı dünyasının üç maymunu oynadığı bu hassas günlerde Brezilya Hükümeti cesur bir tavırla bu zulme karşı olduğunu tüm dünyaya ilan ediyordu. THY’nin bu ülkeye uçuş başlatmış olmasını, Brezilya’nın bu tavrına uygun bir tevafuk olduğunu düşünmeden edemedim. Dünyanın üçüncü dibi olan bu ülkeden ayrılırken geriye dönüp şöyle sesleniyorum: “Elveda güzel ülke! Böyle cesur olmaya devam et!” Neredeyse tüm dünya, Filistin’de Müslümanlara yapılan soykırıma karşı susuyorken, Müslüman olmamanıza rağmen sesinizi çıkarıp, İsrail Siyonizmini lanetleyen sizleri tebrik ediyorum… Filistin’de o masum Müslüman çocuklarına soykırım yapılırken, Siyonistlere karşı “üç maymunları oynayan” milletleri kınamanızı unutmayacak, size hidâyet vermesi için Rabbim’e dua edeceğim.
Dipnotlar
Garip bir tevafuk
Yukarıdaki yazıyı bitirmiş, basılması için bir yerlere göndermeyi düşünüyordum. O sırada öğlen ezanı okundu. Beyan Yayınları’nın tam karşısındaki Vilayet Camiine giderken, bir yaşındaki çocuğunu “bebek askısına/torbasına” ters koymuş esmer bir genç gördüm. Cami kapısında beklediğinden, acaba camiye girenlere bir şeyler mi soracak merakıyla, “Nerelisiniz, bir şey mi lazım?” diye sordum. “Brezilyalıyım, ezanı bekliyordum, camiye gireceğim” diye cevap verdi. Müslüman olabileceğini aklımdan geçirmediğim için, gafil bulunarak, “Şimdi namaz vakti, namaz kılınacak; namazdan sonra sizi içeri alırız” dedim. Bunu söyledim amma, bizim esmer turistten öyle bir cevap aldım ki, dona kaldım. Bizim Brezilyalı, “Ben de Müslümanım, camiye, senin gibi namaz kılmak için girmek istiyorum!” diye cevap verdi. O anki sevinç ve heyecanımı anlatamam. Ona kısa süre önce Brezilya’ya gittiğimi söyledim. Çok memnun olduğunu ifade etti. Beraber içeri girdik, cemaate seslenerek, “İmâm Efendi, bir dakika; cami kapısında bekleyen bu Brezilyalı turist Müslümanmış; bizimle beraber cemaatle namaz kılmak istiyor” dedim. Bütün cemaat çok sevindi. Ben de, namazdan sonra kendisini konuşturur, cemaate tercüme ederim, diye düşünürken, imam selam verir vermez, bebeğinin yaramazlığı nedeniyle camiden çıkmak zorunda kaldı. Namazdan sonra dışarıya çıktığımda, Brezilyalı Müslüman kardeşimiz, bebeğiyle, hanımıyla gözden kaybolup gitmişti… Böylece Brezilya seyahatimin bereketini Brezilyalı bir Müslüman kardeşimle tanışarak taçlandırmış oldum. Allah selamet versin… Adios! Adios!