Benim için pazar öteki günler gibi

Pazar günlerine dair hislerimizin tümünü çocuklukla ilişkilendirebilir miyiz? Yazar Feyza Kartopu’na göre bu mümkün. Ancak kendisi için pazarların öteki günlerden pek de farkı olmadığının altını çiziyor.

Merve Akbaş
Yazar Feyza Kartopu.

Pazarların diğerlerinden farklı bir gün olduğunu kim söyledi? Bu kadim geleneklerin, inançların yakıştırması mı? Belki de pazarlarla aramızdaki tek mesele, çocukluk anılarımızda saklıdır. O gün hissettiklerimiz eski bir hatıraya, ertesi gün okulun olduğunu bildiğimiz halde evde oturup, sadece oyun oynamak istediğimiz anlara ait olabilir. Olamaz mı? Peki bugün nasılsınız? Uyanıp, aniden takvimlerin pazarı gösterdiğini anlayan Camus gibi mi? Ünlü yazar, Yabancı isimli kitabında kahramanına şöyle dedirtiyordu: “Günlerden pazar olduğunu anımsayınca keyfim kaçtı: pazarları sevmem.”

Bu hafta pazarların dedikodusunu yazar Feyza Kartopu ile yapacağız. Kartopu’ndan konuya giriş mahiyetinde “Klasik bir pazar” tarifi istiyoruz. O da şunları anlatıyor: “Öteki günlere kıyasla güne geç başlanan, telaşın ortalıkta gezinmediği, uzun uzadıya kahvaltıların edildiği, mini seyahatlerin ve keşiflerin planlandığı bir gün benim için, deseydim belki klasik bir pazar tanımı olurdu bu, fakat benim tanımım olmazdı. Çünkü benim için pazar, biraz da öteki günler gibi bir gün. Çocukluğumda da böyleydi bu, şimdi de böyle. Babam memuriyeti boyunca cumartesileri izinliydi ve biz o günü, biraz da pazar gibi yaşardık: daha ağır, daha serbest, gelimli gidimli bir gün olurdu bizim için. Sonraları, kendi aile birliğimizi kurduğumuzda da pazarın kendine has dinamiği olmadı evimizde. Eşimin değişken çalışma düzeni ve benim evden çalışıyor olmam hasebiyle bir pazar avareliği yaşamıyoruz. Yine çalışıyor, koşturuyor, bir mesainin içinde geçiriyoruz pazarlarımızı. Demem o ki, her gün gibi bir gün.”

SIKINTI ÇOCUKLUKLA TEYELLİ

Öyle ya, herkes için aynı olmasa da azımsanmayacak bir grup için pazarlar sıkıntılı geçiyor olabilir. Acaba kendisinin bu insanlar için bir önerisi olabilir mi? Kartopu önce, “Sıkıntı, çocuklukla teyelli bir histi benim zihnimde” ifadelerini kullanıyor ve sıkıntının çocukluğa mahsus bir yanı olduğuna inandığının altını çiziyor. “Çünkü” diyor: “Çocuklukta günler, saatler, hatta dakikalar bile uzundur. Öyle ki geçmek bilmez. Çocuk, içinde bir sıkıntı bulutuyla dolaşır durur da o günün içini neyle dolduracağını bulamaz bir türlü. Fakat yetişkinlikte? Hepsi yalnızca bir an. Başınızı kaldırır kaldırmaz, bir şeylerin anıya dönüştüğünü görüyorsunuz. Dilinizin altında hep bir kül tadı.”

En son ne zaman sıkıldığını bile hatırlamadığı için sıkıntıya dair görebildiğinin yalnızca bunlar olduğunu belirtiyor yazar ama ekliyor da: “fakat sonraları fark ettim ki yetişkinler de sıkılıyor. Burada kastettiğim şey, ruhun daralması, bir çeşit elem hali değil elbette; ne yapacağını bilememe halinden, içi boş bir can sıkıntısından söz ediyorum. Kendi yaşamından kaçmak için örgü ören, yalnızca o anı geçiştirmek için nakış işleyen, vakit geçsin diye okuyan, şöyle bir geçerken uğrayan, boş kalmamak için atölyelere katılan, kendini duymamak için kalabalıklara yaslananları kastediyorum. Ve anlıyorum da onları.”

BURSA’DA ÜÇ MEKÂN

Kendisine özellikle pazar günleri görmek istediğiniz arkadaşlarınız var mı, diye sorduğumuzda ise “Dostlarımın çoğu Türkiye’nin farklı farklı şehirlerde. Mümkünse hepsini, ayırt etmeksizin görmek isterim” cevabını aktarıyor. Peki diyoruz, ya gezmek isterseniz, pazarları favori mekânınız neresidir ve neden? Bize ikamet ettiği Bursa’dan üç tane mekân sıralıyor: “Tek bir mekânı anmaktansa Bursa’da sevdiğim üç mekânı birden anacağım: Ercan Yılmaz’ın, “Angoisse’den İnşirah’a kadar bir yolculuk vadediyor bu mekân. Sanki Baudelaire altta konaklıyor, Rilke üstte. Ve ikisi havuzdaki gülde buluşuyorlar, -‘Niçinsiz gül’de’...” diye anlattığı Kitap Evi Otel. Suyun, ağacın, kahve telvesinin ve ezan seslerinin eşlik ettiği Fatih Sultan Mehmet Camii önü çay bahçesi ile Haraççıoğlu Medresesi. Bu üç mekânın kendine has bir dinamiği var. Üçü de tabiatı ve mevsimleri hissedebileceğiniz yerler. Hatta hissetmek değil de yaşamak diyelim. Bizzat yaşayabileceğiniz mekânlar. Üstelik her mevsim ayrı bir şölen, günün her saati ayrı bir görme ve bilme hali sunuyorlar.”

O halde riskli bir soruyla devam edelim diyoruz ve “En güzel ve en kötü geçen pazar gününüz hangisi?” diye soruyoruz. Kartopu, talihsiz günleri çok çabuk unutan ve belki de kendine böyle bir savunma mekânizması geliştiren bir zihni olduğunu söylüyor. Bu nedenle, diriliğini koruyan kötü bir pazar hatırası olmadığını belirtiyor. İyi bir pazarı için ise şunları anlatıyor: “Fakat ailemle birlikte olduğum, küçük şeylerin içindeki mutlulukları keşfedebildiğim her pazarı, kolaylıkla güzel olana dahil edebilirim. Basit, yalın ve gündelik keşiflerle örülü; hayat da böyle.”

Tutkuyla bağlandığımız uğraşlar

Kartopu’nun burada üzerinde durduğu önemli bir nokta var, o da sıkıntıdan kurtulmanın yolunun adanmışlıkla ilgisi olduğu. Şöyle anlatıyor bu durumu yazar: “Yalnızca pazarları değil, hayatın bizatihi kendisini sıkıntıdan kurtarmanın, hatta sıkıntının ne olduğunu unutabilmenin tek yolunun, adanmışlık halini yaşayabilmek olduğuna inanıyorum. Tutkuyla bağlandığınız bir uğraşınız olduğunda, -bu herhangi bir şey olabilir- bir adanmışlık halinin göğsünüzün tam ortasına kök saldığını hissediyorsunuz. Çünkü yaşamınız birdenbire, tutkuyla bağlandığınız o şeyle ilgili, hemen her şeyi öğrenme ve yapma arzusuna dönüşüyor. Tutkunu, bir şeyleri yitirmek pahasına bulabilmek esaslı ve zor olan. Yaşamak da biraz bu değil mi?”

Pazar günün anlamına dair uzun uzun konuştuktan sonra “Sizce pazar günü izlenecek en iyi film hangisidir?” diye soruyoruz kendisine. Kartopu ise “Madem tutkudan söz açıldı, film de tutkunun sahiciliğini, adanmışlığın yerleştiği bedeni görebileceğimiz bir film olsun” diyerek Serçelerin Şarkısı’nı öneriyor. Ardından şunları söylüyor: “Önce yola, ardından akan suya karışan yeşil erikler, sırtta taşınan mavi kapı, bozkır, deve kuşu, ışıklardaki yedi saniye, tutku, elde yara izi yapmış tutku ve yere saçılan balıklarıyla Serçelerin Şarkısı.”

Pessoa’yı analım

Beyaz perdeyi bir kenara bırakıp, yayın dünyasına geçiyoruz. Peki diyoruz, Sayın Kartopu, “Pazar günü hangi kitabı okursunuz?” O da bize cevabı Fernando Pessoa’dan bir alıntıyla veriyor: “Bulutlar... Bugün gökyüzünün farkındayım, ona bakmadığım, daha çok hissettiğim günler oluyor -çünkü şehirde yaşıyorum ben, şehri barındıran doğada değil.” Kartopu şunları aktarıyor: “Fernando Pessoa’nın zaman zaman açıp okuduğum Huzursuzluğun Kitabı’nı anmalıyım burada. Bunların tümünün hafif, zihni yormayan, pazar avareliğini besleyen filmler yahut kitaplar olmadığını söylememe lüzum var mı? Çünkü daha evvel de söylediğim gibi pazar, öteki günler gibi bir gün benim için.”

Çalışmadan geçen günüm yok

Kartopu’na pazar günleri çalışıp, çalışmadığını da soruyoruz. “Evet, elbette” diyor. Bunun nedeni yedi senedir evden çalışıyor olmasıymış. Kartopu, “Çalışmadan geçirdiğim tek bir günüm yok” diyor ve şunları ekliyor: “Belki de bu sebeple bir pazar algısı oluşmadı zihnimde. Bundan şikâyetçi değilim. Sevdiğim işi yapıyorum ve kendimi mesaili bir çalışandan ziyade, sevdiği işlerle uğraştığı için ödüllendirilen biri gibi değerlendiriyorum.” Ve gelelim son ve en eğlenceli sorumuza. Yazara “Pazar günü bir insan olacak olsa nasıl birisi olurdu?” diye soruyoruz. Kartopu’nun cevabı da net oluyor: “Üşengeç, rahat ve postmodern.”

HAYAT
Acayip yaratıkların tümü bir araya geldi