Gökhan Özcan denildiğinde üç husus gelir aklıma. İlki Yeni Şafak ve Tersköşe. İkincisi soğuk Ankara’nın sıcak kanlı öykücüsü. Üçüncüsüyse içe işleyen o samimi bakış.
Yaşıtım olan Özcan’dan kısaca bahsedeyim. İnegöl doğumlu. Gazi Üniversitesi’ni (gazetecilik) bitirmiş. Zaman gazetesi ve TRT’de çalışmış; senaryo ve metin yazarlığı yapmış. Panel ve İzlenim dergileri başta olmak üzere birçok dergiye katkı sağlamış. Albatros ve Gerçek Hayat’ı çıkaran ekipte yer almış. Medyakronik’te televizyon eleştirileri yazmış. Hiçbişey’le başlayıp birçok esere imza atan ve ödüller de kazanan yazar, ilk yayımlandığı günden bugüne Yeni Şafak’ta Tersköşe’yi yazmayı sürdürüyor.
Daha önce, yazılarını topladığı Açık Pencere, Gözağrısı ve Denizi Yutan Balık isimli kitaplarına göz attığım Özcan’ın ilk baskısı 1991’de yapılan gençlik eseri Hiçbişey (Vadi Yay., 7. basım, İstanbul, 2018) geçti elime. Yayınevinin itinayla hazırladığı kitabı okumaya başlayınca bir Oğuz Atay vakasıyla mı karşı karşıyayım diye düşünmeden edemedim. Yılgınlık yok deyip okumaya devam ettim. İyi etmişim. Okuma sonlara doğru daha da güzelleşti.
İthafı dikkat çekici Özcan’ın: Yurdumun en değersiz kişileri sayılan, başıboş ve horlanan insanların çocukları. Tellerinize türkü oldum, ağızlarınıza öykü olmalıyım. Başıboş insanları önemsiyor fakat hedefindeki onların çocukları.
Eserinde, kendini ‘hiçbişey’ olarak gören bir kahramanın gözünden, modern hayatı yorumlayıp okura aktarıyor. Bunu yaparken fantastik mizah ve ironi başta olmak üzere pek çok anlatım yöntemi kullanıyor. Şunu dedirtiyor: Gazeteci, dergici, yazar ve fakat öykücü. Öykücü diyorum zira bir konuşmasında, “… öncelikle kendimi öykücü olarak tanımlamak isterim. … Mustafa Kutlu bir hikâyeci, ben bir öykücüyüm. Niye derseniz, Mustafa Kutlu kadar tertemiz bir dünyanın insanı değilim” diyerek resmediyor kendini. Aynı zamanda iyi bir okuyucu. Fotoğrafla da alâkadar. Derler ki, bir cebinde kalem taşır, diğerinde fotoğraf makinası (Cep telefonu oldu artık).
Özeti, “Şimdi o herşey sunuluyor size: Hiçbişey” olan kitapta, üç bölümde toplanmış 23 metin bulunuyor. Girişte, “Birkaç güzel gün için” ifadesini görünce bu isimde bir rap şarkısı olduğunu hatırladım. Bedo söylüyor. Ayrıca bir de Türk filmi; Cüneyt Arkın’ın başrol oynadığı.
Modern edebiyatımızın en ilginç öykücülerinden olan Özcan’ın yazdıklarında üç unsur önemli. İlki Oğuz Atay’ı andıran dil. İkincisi, Mustafa Kutlu’dan Rasim Özdenören’e evrilen yazı seyri. Üçüncüsü de ‘sinema’ya yakın anlatım.
Birçok açıdan yazarını kısıtladığı kabul edilen iç konuşma tekniğiyle ilerliyor Özcan. Metinleri yoğun. Tabiri caizse tam bir kelime cambazı. Bunu görmek için sadece Bulanık Tekerleme isimli öyküyü okumak yeterli. Zaman ve mekân tanımıyor. Kanatsız uçuş denemeleri yapıyor! Daldan dala atlama ustası. Bazen yirmi satırlık cümleler kuruyor (s. 79).
Bir paragraf içinde birçok bahis açabiliyor. Belirsizliğe pirim veriyor, zıtlıklara daha çok: İçimin dışındayım. Dışımın içindeyim (s. 89) gibi cümleler kuruyor. “önce herşey vardı ve kimse yoktu” (s. 66), diyor mesela. “Ben pek yatmayı sevmem. Oturmaktan hoşlandığım da söylenemez. Ayakta durmaktansa düpedüz nefret ederim” (s. 10) diyor.
Yıllar öncesinden çok önemli bir tespitte bulunmuş: …konuşmanın nesli tükeniyor (s. 15). Günümüzün gözü telefonunda dolanan ‘aşkın’ insanlarını hatırlarsak!
“Biz ki yaşadık yanı-başınızda sarsılarak, üşüyerek, titreyerek, ölerek” (s. 83) cümlesi beni ‘malûm’ yıllara götürdü. Kimler ölmedi ki bu vatan için!
Şiire bulaşıyor. “Herşey ben yaşarken oldu” ya da HERŞEY BEN DOĞARKEN ÖLDÜ” (s. 90) diyor. Şiir bahsi açılmışken bir dize alıntılayayım: Elleri ağlamanın elleriydi / gözleri saklamanın (s. 98).
İlgimi çeken öykülerden Gri Serenat bir ‘cep’ öyküsü. Olaylar cebin (dolasıyla kumaşın) gözünden anlatılıyor. ‘Bayım’ kelimesini bu metni okuduktan sonra daha çok sevdim ve okuma bittikten sonra ceplerime canlı muamelesi yaptığımı gördüm. Bu Özcan’ın başarısı elbette! Karyola Demirindeki Delik’te kahraman bir baş parmak. Demirdeki bir deliğe sıkışan sağ ayak baş parmağı; Salvatore’nin. Günlük tekniğiyle, iki koldan ilerliyor öykü. İlki sinsî ve hiçbir şeyden anlamayan anlatıcı; ikincisiyse Salvatore. Final mi? Şaşırtarak bitiyor. Meğerse kahramanın sağ ayağını bir köpek balığı kapıp götürmüş. İnsanıslatan, bir film-öykü. İnsanın macerasını anlatıyor. Film bittiğinde şu anonsu duyarız: Çıkışlar soldan! (s. 37). Kırmızı Bavul Yumuşak G öyküsünü tekrar tekrar okumak lâzım; olmak ya da olmamak açısından deyip bu bahsi kapatıyorum.
Sarsıcı esprileri en sakin ifadeyle anlatabilen Özcan’ı şimdiye kadar okumayanları eksikleriyle baş başa bırakıp Kemal Sayar’ın onun için söylediği şu güzel sözle bitireyim: Gökhan Özcan okunulan eve, psikiyatrist girmez. Varol Ankaralı!
İNSANLARIN YİNE KAPILARDAN BAKTIĞI BİR MARTTI.
‘65’İN MARTI.
DOĞULDU.
BİR KERE DOĞULUNCA,
EBENİN ELLERİNDEN AŞAĞIYA DOĞRU SARKITILMAK
KAÇINILMAZDI.
KAÇINILMAZ OLMAYAN BÖYLE BAŞ AŞAĞI
UNUTULMAKTI.
MECBUREN…
O GÜNDEN BERİ DURMADAN BİRİKTİRİLDİ HERŞEY.
ŞİMDİ O HERŞEY SUNULUYOR SİZE: HİÇBİŞEY.
'Hece'nin kıpırdanışı
'Bitti, tükeniyor’ diye tartışılan ‘hece şiiri’nin yıllar önce Süleyman Çobanoğlu’yla sağladığı kıpırdanışı mümkün olduğunca takip ettim. Çobanoğlu ve bir ‘esinti.’ Devamı gelmedi; su gürleşip, akmadı. Çobanoğlu’ndan sonra kim geldi veya gözüktü? Birkaç isim. Bunların arasında Abdulhâlik Aker’in olduğundan Ketebe’den yayımlanan eseri Şehrin Şarklısı’yla karşılaşınca haberim oldu (ikinci baskı: Şubat 2024). Bu geç karşılaşma elbette benim yüzümden. Türk şiirine ‘Türkçe şiir’ yakıştırması yapılan bir dönemde bir Kürt şair şu dizeleri yazıyor: ağır aksak üç beş vezin ama şöyle dedirten: / her mısrada buram buram rayihası Türkçenin (s. 20).
‘Öğretmen şair Aker, 1989’da Diyarbakır’da dünyaya gelir. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden önce lisans sonra da yüksek lisans mezunu olur. İlk şiiri 2012’de Dergâh’ta yayımlanır. İlk kitabı Ketebe’den çıkar. Doktora eğitimine devam eden Aker, Diyarbakır’da öğretmenlik yapmaktadır.
Şair bir konuşmasında, “Ortalama bir baba, ortalama bir öğretmen, ortalama bir evlat, bir eş, bir kardeş olmakla beraber iyi bir şair olduğumu düşünüyorum” diye açıklıyor kendini.
Biraz Necip Fazıl biraz Cahit Sıtkı çokça da Süleyman Çobanoğlu şiirinden izler taşıyor Aker şiiri. O da benim gibi mısracı. Ben vurucu ‘dize’yi arıyorum, o şiirini bina edeceği kurucu ‘mısra’nın peşinde.
Kitaba gelirsem; 76 sayfalık eserde 40 şiir var. Bölüm üçlemesi de şairâne: Şair, Şiir ve Hüzne Dair. “Şairlerin kalbine mısra mısra şiirler / lütfuyla ilham eden yüce Rabbin adıyla...” diye başlıyor şair ve Lethe Irmağı şiiriyle besmelesini çekiyor. Hece sınırları içinde kalıp yeni söyleyişler deniyor, Düşmanlık Yasası şiirinde olduğu gibi.
Doğululuğunun farkında çünkü şairliğinin farkında. Neden yazdığını biliyor: Yaşadığı her şehrin şarklısıdır her şair! (s. 28). Şiirini Diyarbakır’dan haykır hem Diyarbakır hem İstanbul duysun (s. 40) diyerek taşradan payitahta meydan okuyor. Genç, şair, militan ve ayağı her an mayında. Harbe hazır ve Malcolm X’e komşu (s. 47). Güneydoğu’dan Filistin’e de uzanıyor, Gazze’ye: Gözlerim asrın mahşer meydanını görmüşken / göğsüme değmiyorsa İntifada taşları; / her uyku yangın yeri, bir kurşun, bir ateşken / kardeşlik denen şeyin nedir aslı astarı? (s. 62).
“Buralar hiç bize göre değilmiş” diyor, Modern İman Denemesi’nde ve ekliyor: Bekle dönüşünü eski imanın (s. 31). Bazen bütün o ölçü ve nizamın arasından bir tablo çıkarmayı başarıyor: Sarı bozkırlarıma kara trenlerle gel (s. 38) gibi dizelerle.
“şair olmak özgürlük, şair ölmek mesele” (s. 22) diye seslenen hececi Aker’e selâm gönderip şu dizeyle bitireyim: Oysaki bir ağacın gölgesi kadar ömrüm (s. 53).