Cem Sancar
Ülke uzun süredir sallanıyordu. Öncü depremler gözümüzün önünde oluyor, toprak çatlıyor, büyük yarıklar oluşuyordu.
Büyük bir “depremin” geleceği hissediliyor, bir sinsi tezgah içimize bir sıkıntı olarak düşüyor, artık bu çağda darbe olmaz diye mırıldanıp birbirimizi teskin ediyorduk.
En başında doğru analiz edilmeyen ve evet sanki göstere göstere küresel timsahların eline verilen Gezi olayları kadar, 17-25 Aralık yargı kalkışması ve sonrası alçak bir tuzağın sahte general forslarını yüzümüze sallıyordu.
Yüzde 49.5'tan sonra vurulan Rus uçağı ülkenin yükselen iktisadi, içtimai göstergelerine vuruyor, sanki görünmez bir el seçim zaferini, bir parça mutluluğu millete yaşatmamak için çırpınıyordu.
Anadolu'ya gömülen tonlarca bomba herkesin midesini bulandırıyor, terör saldırıları domino taşları gibi ilerliyor, mezhepler ve farklı görüşler arasında iç savaş çıkması için bütün oyuncular tek tek sahaya sürülüyordu.
Bütün darbelerde darbecilerin paltosuna sığınmış medya, sendikalar, odalar, yargıçlar ve akademik sektör olmayacak provokatif çıkışlarla kaynıyor, “ordu göreve” abukluğunun nizamiyesi olaraktan “laiktir laik kalacak” laflarına geri dönülüyordu.
Türkiye, en güçlü siyasi temsille gelmiş halkın partisine, çok sevilen liderine rağmen darbeci gelenekleriyle yüzleşememiş, kuyruğundan yakaladığı diktatör bozuntularını FETÖ'cü tezgâhlar yüzünden hukuk davası haline getirememiş, adam gibi yargılayamamıştı. Adnan Menderes'in ve şaşkın gençlerin kanıyla lekeli, demokrasiye saygısız, milli iradeye burun kıvıran, kendini hala “kurtarıcı” olarak gören oryantalist bir militarizmin çıbanlarına neşter vurulamamış, aksine 40 yıl süren bir sızma hareketi sonunda vesayetin boş koltuklarına Fethullah'ın kiralık askerleri oturmuştu.
Zehirli bir ahtapot bulduğu uygun zeminde yayılmış, hülasa, bir darbeci gitmiş, daha beteri gelmişti.
Yaşanan hastalığın adı bir türlü açıkça konamıyordu.
Deprem geliyordu!
Amerika'nın Müslüman ölümlerin trajedisini gizlemek için perdenin önüne koyduğu tangocu başkanının ülkemizin omurgasını kırma gayretleri…
Avrupa'ya hakim tepelerdeki açık Türkiye garezi…
Sonunda olan oldu: NATO'nun soğuk savaşta içimize gömdüğü Gladyo'nun, Fetö'cü taassubun silahsız halkı linç etme girişimini gördük. Acımasız, vahşi, işgalci bir faşizmle tanıştık.
Cumhurbaşkanımızı öldürmek, meclisimizi yıkmak istediler. Vatanseverleri şehit ettiler…
Depreme-darbeye direnen halk, Karakafalar, zenciler, yalın ayaklılar, kurşunları elleriyle yakalayan kadınlar, ölümüne cengaver polisler ve bayrak rengindeki askerlerin demokrasi direnişi ondandır Batı'da, Batı'nın yönetimindeki beyaz ırkçılar nezdinde rağbet görmez. Görülemez.
Çünkü cumhurbaşkanımız, halkı alanlara çağırarak işgalcilerin hiç beklemediğini yaptı. Devletin içine sinmiş oligarşik reflekslerin onu esir alamadığı ortaya çıktı. Kötümser eleştirmenleri boşa çıkaran şey, Ak Parti'nin artık statüko partisi olduğu tespitinin ortadan çatlamasıydı.
Görüldü ki öncelikle Recep Tayyip Erdoğan ve dahi Ak Parti –bunca zor yıla rağmen- nereden geldiğini unutmamış, son yüzyılın hemen sökülüp atılması gereken gizli mutabakatlarına imzayı koymamıştı. Her gece coşkuyla yanan meydanlar ve tankların üstündeki kahramanlar bunun işaretiydi.
İşte o, Batı'nın Drakulalarını çok korkuttu. O yüzden direnişten değil darbecilerden yana tavır koydular…
Darbeden sonra esas değişim, tıpkı depremlerden sonra olduğu gibi halkta uyanan birlik ve dayanışma ruhuydu. Artık sokakta insanlar birbirine daha bir şefkatle davranıyor, bu ruh Yeni Türkiye'yi belki de şimdi hak ediyordu!
Bizim içinse sorun açıktı: İstisnasız bir temizlik hareketi -ki yapılıyor- ve tavşan gibi darbeci doğuran kurucu askeri geleneklerin lağvedilmesi.
Bu arınmanın ardından gelmesi gerekeni hepimiz biliyoruz aslında:
Darbeye karşı çıkan kim varsa hilafsız onlarla, yok şucu, yok bucu demeden yerli bir konsensüs oluşturarak, geriye dönülmesi imkansız bir anayasal demokrasinin kurulması…
Yoksa askeri okulların yemin törenlerinde darbe yaşamaya devam edecek.
Ta ki meydanların ruhunun, o birliğin, o şerefli şuraların, meydan meclislerinin Hakk'lı sesini duyana, Şehitler Köprüsü'nde kucaklaşana dek…