Tek parti döneminde mabedin akıbeti

Tek partili yıllarda uygulanan sert laiklik politikaları, camilerden eğitim kurumlarına kadar toplumun dini yapısında derin izler bıraktı. Camilerin ahıra, depoya çevrildiğini gösteren sayısız belge, fotoğraf ve şahitlikler mevcut.

Mete Yavuz
Harput’un Dağkapı girişinde yer alan Ahmet Bey Cami 09.04.1982 tarihinde ve sayı 1089’a 30/5 teftiş numaraları ile tescil edilerek koruma altına alınmıştır.

Tek parti yıllarında uygulanan sert laiklik politikaları, camilerden dini eğitim kurumlarına kadar toplumun dini yapısında derin izler bıraktı. 1923’ten 1950’ye kadar süren bu 27 yıllık dönemde yaşananlar, binlerce resmi belge, yazılı ve sözlü tanıklıkla günümüze taşındı. Bu alanda oluşan değerli akademik birikim, tartışmaların boyutunu genişletirken meseleye farklı bakış açıları da kazandırdı.

Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun devlet ve toplum anlayışının bir yansıması olarak görülebilecek bu olaylar, nedenleri ve olgusal gerçeklikleriyle serinkanlı bir şekilde analiz edilmediği sürece, bitmek bilmeyen tartışmaların merkezinde kalmaya devam edecek gibi görünüyor.

Bu tartışmaların en dikkat çekici başlıklarından biri ise camilerin durumu. Camiler gerçekten satıldı mı? Ahır veya depo olarak mı kullanıldı? Yoksa bunlar, 1980’lerden itibaren şekillenen ve sosyal bilimlerde etkili olan post-Kemalist literatürün abartıları mı?

Belki de sonda söylenecek olanı bu defa en baştan söyleyelim: Tek parti döneminde camilerin satıldığı ve amacı dışında (ahır, depo vs. olarak) kullanıldığı sayısız belge, fotoğraf ve şahitlikler ile destekli tarihi bir olgudur. Bu olgu birçok farklı biçimde yorumlanabilir; ancak bu kadar delil varken inkâr edilmesi mümkün değildir. Gelin, bu tarihsel gerçekliği nedenleri ve kanıtlarıyla birlikte ele alalım.

Din, kamusal alandan kovularak vicdanlara hapsedilmek istenmişti

Milli Mücadele sürecinde (1919-1923) ulema ve şeyhlerle işbirliği yaparak güçlü bir dini söylemi arkasına alan kurucu kadronun 1923 ortasında, özellikle de Lozan sürecinde değişen tavrı sonraki din politikalarını da belirlemiştir. Resmi adımların başlangıcı 3 Mart 1924’te hilafetin ilgası, Şer’iye ve Evkaf Nezareti’nin ve medreselerin kapatılmasıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vârisi olduğu kurumlara kıyasla oldukça dar yetkilerle kuruluşu devletin bürokraside ve toplumda dini alana biçtiği kısıtlı hareket imkânının da bir göstergesidir. Osmanlı’dan miras kalan binlerce cami de laiklik politikaları ışığında yeniden ele alınmıştır. Camiler evvela büyük mütedeyyin kitlelerin toplanma mekânları olarak ikincisi de şehir planlamasındaki konumları bakımından kontrol ve yeniden dizayn edilmesi gereken yerler olarak görülmüştür.

Camilerde toplanan kitle hutbe ve vaazlarla yeni ve rejimle uyumlu bir dini söyleme alıştırılmaya çalışılsa da elbette bu yeterli değildi. 1927’den itibaren başlayan tasnif süreciyle cami sayısı hızla azaltılacak, resmi satış kayıtlarına göre 1949’a kadar toplam 2815 cami satılırken dinin kamusal alandaki görünürlüğü budandığı gibi şekli de müdahaleye tabi tutulacaktır.

Camilerin idaresi Diyanet’ten alınarak vakıflara veriliyor

3 Mart 1924 tarih ve 429 Sayılı Kanun'un 5. maddesi Türkiye sınırları dâhilindeki tüm cami, mescit ve cami görevlilerini Diyanet İşleri Riyaseti'ne bağlıyordu. Bu kanun yürürlükteyken camilere dair somut müdahale 1927 yılında yaşandı. Camilerin tasnifi Meclis gündemine geldiğinde kanun maddesinde yer alan “cevamiin [camilerin] hakiki ihtiyaca göre tasnifi” ifadesi tartışma konusu olmuştu. Bu ifadenin muğlaklığı Konya Mebusu Musa kanunKazım Bey’in itirazına konu oldu. “Yani şu kısmın şu kadar camie ihtiyacı var, şu kısmı yıkalım; böyle mi?” sorusu karşısında Bitlis Mebusu Muhyiddin Nami Bey “Tabii” cevabını vermişti.

Camilerin tasnifi ve ihtiyaç dışı olanların satılması ve başka amaçlarla kullanılması kurulduğu günlerden beri Diyanet’in pasif direnişine takılıyordu. Nitekim Meclis’teki görüşmeler esnasında Gaziantep Mebusu Ahmet Remzi Efendi “Üç seneden beri yaptığımız temenni neticesinde Diyanet İşleri Riyaseti tarafından bizzat bir teşebbüs yapılıp ona göre tasfiye esasına girişilse idi zaten bu maddeye ihtiyaç kalmazdı” diyerek tasnifin önünü açan ek 14. maddeyi savunmuştu.

9 Kasım 1937 tarihinde Çankırı Gazetesi'nde yer alan vakıf malları satış ilanı

1927’deki düzenlemeler de hükümetin istediği asıl neticeyi vermedi. Çözüm ise camilerin kontrolünün Diyanet’ten alınarak Evkaf Umum Müdürlüğü’ne verilmesiydi. 8 Haziran 1931 tarih ve 1827 Sayılı Kanun'un 7. maddesi ile camilere ve cami personeline dair tüm yetkiler Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredildi. Bu tarihe kadar fiili olarak var olan camilerin satılması vb. tasarruflar yasal bir zemine kavuşturulmuş ve hız kazanmıştır.

1932’de tasnif komisyonu üyelerinin eski eser uzmanı olma şartı kaldırılmış, 5 Haziran 1935 tarihinde yapılan başka bir düzenlemeyle de kadro harici kalan camilerin kapatılacağı ya da satılacağı aşağıdaki maddeyle düzenlenmiştir.

“Madde 10 - Tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmayan veyahut işe yaramaz bir hale gelen hayrat vakıflar, idare meclisinin teklifi ve Bakanlar Heyetinin kararı ile mümkün mertebe gayece aynı olan diğer hayrata tahsis edilebileceği gibi bu kabil hayrat ayın veya para ile değiştirilerek elde edilecek ayın veya para dahi aynı suretle diğer hayrata tahsis olunabilir. Mimari ve tarihi değeri olan eserler satılamaz.”

İstanbul ve Elazığ’dan açık artırmayla satılan camilere iki örnek

Camilerin satılışına dair hukuki düzenlemeler 1927 ila 1935 yılları arasında kademe kademe ikmal edilmiştir. Fakat bu süreç tamamlanmadan da camilerin satıldığı yahut farklı amaçlarla kullanıldığı vakidir. İstanbul Yedikule’de 16. yüzyılda tekke olarak inşa edilip sonrasına cami olarak kullanılmaya başlanan Muhyiddin İlyas Çelebi Camii bunlardan birisidir.

16 Nisan 1941 tarihli Bugün Gazetesi haberi

Reis-i Cumhur Gazi M. Kemal imzasıyla yayınlanan 12 Temmuz 1934 tarihli kararnameye göre “civarında namaz kılacak açık başka cami bulunduğu ve etrafındaki sakinlerinin çoğu gayrimüslim olduğu cihetle ihyasına lüzum olmayan mezkûr camiin bilmüzayede [açık artırma ile] satılması (…)” kabul edilmişti.

Bir başka örnek de Elazığ’dan. Bu defa iki cami ve bir mescidin satılmasının uygun görüldüğü K. Atatürk imzalı ve 27 Temmuz 1935 tarihli kararnamede şu şekilde ifade edilmiş: “Elâziz vilâyetine bağlı Harput kazasında tarihi ve mimarî kıymetleri olmayan ve çok harap bir halde bulunan Ahmet Bey, Kale Meydanı camilerile Mehmetağa Mescidi'nin satılmalarının vakıf için daha menfaatli olacağı anlaşıldığından adı geçen camilerle mescidin peşin parayla ve artırma yoluyla satılması; Evkaf Umum Müdürlüğü'nün 24/7/935 tarih ve 80 sayılı tezkeresiyle yapılan teklifi üzerine İcra Vekilleri Heyetince 27/7/935 de onanmıştır.”

Amacı dışında kullanılan camiler; ahır, depo, müze, sergi salonu…

Camilerin satışına dair örnekleri çoğaltmak mümkün. Kadro dışı bırakıldıktan sonra satılmak yerine farklı amaçlarla kullanımına devam edilen camilere de örnekler getirilebilir. Örneğin Konya’daki meşhur Alaaddin Camii askeriye tarafından hem depo hem de erlerin konaklaması için kullanılmıştır. İzmir Tire’deki Aydınoğlu Yahşi Bey Camii müze olarak kullanılması için Maarif müdürlüğüne verilmiştir.

Doğrudan Cumhurbaşkanı İnönü’ye yazılan bir dilekçeye göre ise Balıkesir Sındırgı’da bir cami, CHP yetkilileri tarafından tütün deposu olarak kullanılmış, halk rahatsızlığını birçok makama bildirmesine rağmen sonuç alamamıştır. İnönü son çaredir.

“Bizim Rızaiye mahallesiyle komşumuz Reşadiye mahallesinin bir camii şerifi vardır. ...Bu camimiz iki senedir Sındırgı Cumhuriyet Halk Partisi Reisi Ali Reşat ve kardeşi Kemal Göksüden tarafından tütün deposu olarak kullanılmakta ve biz halk bu camide ibadetten mahrum bırakılmaktayız. Sındırgı Kaymakamlığına ve Diyanet İşleri Riyasetine verdiğimiz istidalar (...) neticesi camimizin evkaf mazbutadan olmadığı için bir şey yapılamayacağı cevabında bulunuldu. Müftülük ve kaymakamlık bu işin hakkından gelemedi. (...) Camimiz Yerli Ürünler Türk Tütün Şirketi’nin deposudur. Mahalle mümessilleri ve muhtarı ise camimiz için bu mevzudan Bay Ali Reşat’tan çekinirler ve korkarlar. Biz ve bütün kaza köylüsü bu adamın şerrinden ve kahırından nefret etmişler ve adeta esaret hayatında yaşar şeklinde girmişizdir. Camimiz evkaf mazbutadan değilse, Ali Reşat ve Kemal’in malı mıdır ki tütün deposu olarak kullanılsın? Kime dert döktük ve şikâyette bulunduk ise de tesirini göremedik.”

Tarihin önündeki toz bulutlarını kaldırmak

Geçmiş, genellikle anlaşmazlıkların ve tartışmaların odağı olsa da, bazı tarihi olaylar inkâra yer bırakmayacak kadar açıktır. Eğer bir olgu, sayısız belgeyle ve yazılı ya da sözlü tanıklıklarla destekleniyorsa, onun gerçekleşip gerçekleşmediğini tartışmak gereksizdir. Tek parti döneminde, laiklik politikaları doğrultusunda alınan kararlar ve bu kapsamda camilerin satılması veya başka amaçlarla kullanılması olayları da bu kategoriye girmekte.

Bu tür olaylarla doğrudan tanıklık etmemiş, yıllar sonra yalnızca metinler aracılığıyla bu gerçekliklerle yüzleşen bugünün insanına düşen görev, faillerle duygusal bir bağ kurarak taraf tutmak değil, objektif değerler ışığında ihmalleri değerlendirmektir. Hataların tekrarlanmaması için bu meseleleri serinkanlı bir şekilde tarihselleştirmek zorunludur. Tarihin toz bulutlarını dağıtmak, geçmişi olduğu kadar bugünü de daha net görmemizi sağlayacaktır.