Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Muallimden öğretmene

Genç Cumhuriyet, Tanzimat sonrası mektepleşmesini Osmanlı'dan devraldı. Özellikle Sultan II. Abdülhamid devrindeki büyük atılımın ürettiği eğitim sistemini ve bu sistemi yürüten idealist “muallimleri” miras aldı. Fakat bu miras Cumhuriyet ideolojisiyle uyumlu hale getirilerek yeni bir “öğretmen” tipi inşa edildi.

Mete Yavuz
Mustafa Kemal Atatürk bir sınıf ziyaretinde.

Varlığa karşı büyük bir merak duygusuyla her türden bilgiyi öğrenme arzumuz ve bildiklerimizi öğretme kabiliyetimiz bizi diğer canlılardan ayıran temel hususiyetlerimizden. Dolayısıyla eğitim, insanlık tarihinin ilk aşamalarından beri var olan bir müessese. Hoca, müderris, muallim yahut öğretmen…

Adına ne dersek diyelim tüm toplumlarda “öğretici” konumundaki kişiler tarih boyunca saygı ve değere layık görülmüş. Medeniyetler yükselirken eli kılıç tutanlar kadar kalem ehline de önem vermiş. Vermeyenler ise kısa bir müddet askeri alanda başarılı olsalar bile kalıcı olamamışlar.

Modern Batı medeniyetinin de “başarısını” borçlu olduğu kurumlardan biri şüphesiz modern eğitim kurumları. Batı, maddi açıdan güçlenirken değişen bilim anlayışı da eşzamanlı olarak güçlenmiş ve dönüşen eğitim kurumları bu gücü takviye etmişti. Batı’ya karşı çeşitli alanlarda başarısızlık kompleksine kapılan Osmanlı’nın da ilk örnek aldığı kurumlar bunlardı. Gelin günümüzdeki anlamıyla öğretmenliğin Osmanlı’da doğuşuna, oradan da Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki vaziyetine daha yakından bakalım.

İstanbul Numune Mektebi hoca ve talebeleri.

Müderris varken ‘muallim’ nasıl ortaya çıktı?

Osmanlı, Batı Anadolu’da bir uç beyliği olarak ortaya çıktığı dönemde kendisinden önceki İslâmî eğitim pratiği olan medreseleri miras aldı. Beylik genişleyip İmparatorluğa dönüşürken artan bürokratik işler müderrislere ihtiyacı da artırmıştı. Devlet meşruiyetini İslâm’dan aldığı için de âlimlere önem verildi, medreseler çoğaldı. Bu süreç Fatih döneminde sistematik bir hal aldı. Müderrisler ve medreseler belirli bir hiyerarşiye tabi kılınarak bürokrasinin bir parçası haline geldi.

18. yüzyılın sonlarına kadar aşağı yukarı benzer bir çizgide ilerleyen Osmanlı eğitimi, askeri mağlubiyetlere çare olarak kurulan kara ve deniz mühendishaneleriyle farklı bir mecraya girdi. Yeniçeriliğin kaldırılması sonrası hızlanan merkezileşme, eğitime de sirayet etti. Bu gelişmelerin yanında Osmanlı tebaası, ilkeğitimini geleneksel kurumlar olan mahalle (sıbyan) mekteplerinde hocalar tarafından almaya devam ediyordu. Camilerde yahut yakınlarında bir odada alt düzey ilmiye mensubu olan hocalar tarafından verilen bu eğitimde temel okuma yazma ve hafızlık eğitimi amaçlanmaktaydı.

İstanbul Kız Muallim Mektebi talebe ve öğretmenleri geçit töreninde.

Ahmet Cevdet Paşa muallimlerin ‘cerre’ çıkmasını yasaklamıştı

19. yüzyılın ortalarında bugünkü anlamıyla ortaokul seviyesine tekabül eden rüştiyelerin kurulmasıyla başka bir gelişme yaşanıyordu. Yazımızın konusu olan bugünkü ‘öğretmen’in doğuşu da bu mekteplere “muallim” yetiştiren Darülmuallimîn’in kuruluşunda aranmalıdır. 1848’de kurulan bu kurumun ilk öğrencileri de medrese kökenliydi. Fakat bu yeni tip “muallim” şeklen müderrise benzese de kurucu zihniyet farklıydı. Nitekim bu kurumun müdürlüğünü yapan Ahmet Cevdet Paşa’nın talebelerin “cerre çıkmasını” yasaklaması da bunun işaretlerindendir. Cerre çıkma uygulaması medrese talebelerinin mübarek üç aylarda çeşitli beldelere giderek hem vaaz, tilavet, namaz kıldırma gibi işleri yürütmesi hem de halktan maddi yardım toplamasıydı. Cevdet Paşa bunu yasaklayarak bir anlamda “muallim”i ayrıştırmıştı.

Mektep mescidinde namaz kılan talebeler.

Medreselere olan ihtiyaç azaldıkça modern “muallim” tipi doğdu

Bu aşamadan sonra askeri ve sivil mekteplerin sayısı arttıkça, doğru orantılı olarak muallim sayısı da arttı. Erkek muallim mekteplerinin yanında kız muallim mektepleri de kuruldu. 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nden sonra mevcut sistem bir kademe daha ilerlese de asıl hızlanma Sultan II. Abdülhamid devrinde yaşandı.

Yurdun büyük bölümünde her kademeden okullaşma büyük bir ivme kazanırken önceleri medrese kökenli olan muallimler de modern mektep sistemi içerisinde yetişmeye başlamıştı. Sistemin ihtiyacını kendi içerisinden karşılamaya başlaması dünyaya farklı bir pencereden bakan, modern matbuatı takip eden, ondan etkilenen ve kendisini geleneksel olandan ayıran bir “muallim” tipine gidişin son aşamasıydı.

Cumhuriyet ideolojisinin irfan neferleri: Öğretmenler

Genç Cumhuriyet, Tanzimat sonrası mektepleşmesinin, özellikle de Sultan II. Abdülhamid devrindeki büyük atılımın ürettiği eğitim sistemini ve bu sistemi yürüten idealist “muallimleri” miras aldı. Fakat bu miras Cumhuriyet ideolojisiyle uyumlu hale getirilerek yeni bir “öğretmen” tipi inşa edildi. Bu tipe uymayanlar sistem dışı kalırken sözde “gericilikle” “yobazlıkla” ve “taassupla” savaşan irfan ordusunun neferi olabilmek için Tek Parti idaresinin ilk yıllarında tebellür eden anlayışa teslim olmak ilk şarttı.

Çiçeği burnunda rejimin Maarif Vekili Bedirhanzade Hüseyin Vasıf’ın öğretmenlere yaptığı bir konuşmada dile getirdikleri idare merkezinin eğitime dair 1924 ortalarındaki gelecek vizyonunu göstermesi açısından önemlidir:

“Tarihi süreçte Fars [İran] ve bilhassa da düşük kaliteli Arap harsı [kültürü] din kisvesinde [kılığında] Türklüğü esir almış ve geri kalmasına neden olmuştur, dolayısıyla yapılması gereken medeniyetin milli kültürümüz ile ne derece uyumlu olduğunu tartışmak değil, yüksek olana yönelmektir.”

1929 yılı Eylül’ünde dönemin Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray’ın eğitim öğretim yılı açılışında kullandığı ifadeler de resmi ideolojinin misyonunu açıkça ortaya koymaktadır:

“Öğretmenler, öğretiminizde geçmişin izlerini taşıyan her şeyden gözlerinizi çevirerek, müreffeh ve medeni yeni Türkiye’nin geleceğini kutsal bir ideal olarak alacaksınız. Telkin edeceğiniz fikirler, yeni Türk dünyasının yaratıcısı, tarihimizde yeni bir sayfa açan büyük Gazi’nin ideallerinin yansımaları olacaktır.”

‘Cahil imam-hoca’ya karşı karanlıkları aydınlatan ‘idealist öğretmen’ figürü

İdeoloji kendi neferlerini üretirken eğitimi araçsallaştırdığı gibi edebiyatı da istismar etmişti. Erken Cumhuriyet dönemi edebiyatında cahil halkı gerici ve dinci taassubun temsilcisi hocaların elinden kurtaran idealist ve “karanlığa karşı aydınlığın temsilcisi” fedakâr öğretmen figürü sıkça karşımıza çıkar. Sonraki yıllarda bu durum sinemaya da sirayet edecektir.

İlerici öğretmen-gerici din adamı kalıbını üreten metin olarak zikredilen Halide Edip’in Vurun Kahpeye adlı romanı bu duruma iyi bir örnektir. Romanın başkarakteri Aliye ilerici öğretmen iken, Hacı Fettah Efendi Yunanlarla iş birliği yapan Kuvâ-yı Milliye karşıtı olmakla beraber gericiliğin, cehalet ve taassubun simgesidir.

Aydın öğretmen-cahil hoca karşıtlığı üzerinden üretilen söyleme bir diğer örnek olarak Şemsettin Kutlu’nun Çoban Suyu isimli hikâyesinden bir pasaj:

“İmama kalsa bu, Cenab-ı Hakk'ın kullarına gösterdiği mucize çeşidinden bir ceza idi ve mutlak göze görünmez kuvvetlerin, şeytan veya meleklerin müdahalesi ile meydana gelmişti. (…) Oysaki köy öğretmeni aynı fikirde değildi. Öğretmen de yaşlı başlı, dindar bir adam olmakla beraber hadiseyi tam başka türlü izah etti; köylülere kendilerinin anlamayacakları bir tarzda bir yer sarsıntısının suyun mecrasını böyle değiştirebileceğini kayan toprak ve taşların gözün eski yerini örteceğini söyledi.”

Müderris, hoca, muallim ve öğretmen…

Hayatı kuşatan neredeyse her şeyin hızla değiştiği 19 ve 20. yüzyıllarda klasik eğitim ve eğitimci figürü de elbette değişti. Osmanlı’nın sonlarında müderrisin karşısında doğan muallim tipi de bu “yeni”den nasibini almıştı. Cumhuriyet'in erken dönemleri eğitimi de pozitivist, materyalist, sosyal Darwinist ve suni bir ileri-geri zıtlığında din ve gelenekleri toptan geçmişe ait gören anlayışın bir uzantısı olarak kodlamıştı.

Bunun yanında Osmanlı geçmişini de silinmesi gereken bir hafıza olarak gören yeni rejimin ideolojik okuması seküler milliyetçi ve Batıcı bir anlayışı öğretmenlere benimsettiği gibi onlar eliyle de tüm ulusa yaymak istemişti. Yazı boyunca izini sürdüğümüz “öğretmen” figürü de bu şekilde doğdu. İkinci dünya savaşı sonrası ve çok partili hayata geçişle hem dünyada hem de ülkemizde dinamikler değişmiş, bununla paralel olarak eğitim tasavvuru da aynı kalmamıştır. Eskinin kalıntısını silmek zor olsa da zamanla din, toplum ve kültür geçmişiyle barışık, farklılıkları kapsayan ve kucaklayan fedakâr öğretmenler zuhur etmiştir, etmektedir.