Dr. Ceyhun Çiçekçi
Dış Politika Enstitüsü Danışmanı, Erdek MYO Öğretim Görevlisi
Türk dış ve güvenlik politikalarında yıllardır sorun/fırsat kaynağı olarak yer bulan İran ve Yunanistan, günümüzde de artan etkileriyle birlikte, Türk güvenlik düşüncesinde yeniden yükselişe geçmiş görünüyorlar. Türk stratejilerine meydan okuyan bu iki devlet, günümüzde sahip oldukları sınır ötesi imkânlarla bir diğerini tamamlayan tehdit kaynakları olarak belirmekteler. Yunanistan ile yaşanan paylaşım sorunları, Türkiye ile egemenlik krizlerine sebep olmakta ve daha ivedi tedbir gerektiren bir konuma sahip görünmektedir. İran ise daha ziyade Türkiye’nin Ortadoğu’daki etkisini sınırlandırmak ve ileri savunma kabiliyetleri edinmesini engellemeyi hedeflemektedir. Bu çerçevede bakıldığında iki tehdit kaynağı arasında belirgin bir nitelik farkı olduğu söylenebilir. Egemenlik sorunları sebebiyle Yunanistan ile askeri bir karşılaşma çok daha belirgin bir ihtimalken İran ile yaşanan rekabet, daha ziyade Ortadoğu’da üçüncü aktörlerin topraklarında yaşanabilecek olan askeri karşılaşmaları tetikleyebilir.
İKİ CEPHELİ MÜCADELE
Yazının başlığına da taşıdığım Şii-Helen hilalini coğrafi olarak tanımlayarak başlayalım. Haritaya bakıldığında da rahatlıkla gözlemlenebileceği üzere söz konusu hilalin batı ucu Yunanistan’dan başlar ve güneyde Girit’e seyreder. Sonrasında doğuya salınım yapar ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile hilalin Helenik bölümü tamamlanmış olur. Akdeniz’in doğu sahillerinde ise hem Lübnan hem de Suriye’deki vekilleri ve müttefikleriyle İran etkisi baş gösterir. Bu etki de doğuda İran’a doğru Suriye ve Irak üzerinden söz konusu Şii-Helen hilalinin tamamlanmasını sağlar. Hatta söz konusu hilal genişletilebilir ve kuzeye doğru gidildiğinde Ermenistan da İran’ın en azından Türkiye/Azerbaycan karşısındaki potansiyel müttefiklerinden biri olarak belirir. Ayrıca Ermenistan ile Yunanistan’ın dirsek temasında oldukları da akılda tutulmalıdır. Bu durum, Türk jeopolitiği açısından doğu-batı eksenli iki cepheli bir mücadeleyi mecbur kılar. Her iki aktörün sahip oldukları müttefikler/vekiller aracılığıyla güneyden de baskılama imkânlarına sahip olmaları, söz konusu Şii-Helen hilalinin tanımlayıcı ve tamamlayıcı bir öğesidir.
BİSMARK KABUSU
Uluslararası İlişkiler akademisyenlerinin sıklıkla referans yaptıkları Bismark dönemi Alman dış politikası da aslında benzer bir kaygıyla hareket edilerek gerçekleştirilen eylemlerin bir bütünüdür. Buna göre Almanya, 19. yüzyılda batıda Fransa ve doğuda Rusya’yı dengelemek zorundadır. Hem doğu hem de batı yönünden iki cepheli bir savaş ihtimali, Alman Şansölyesi’nin en büyük korkusunu temsil eder. Bismark, söz konusu devletleri yalnız bırakarak ya da iş birliğine giderek bir şekilde “terbiye etmeye” çalışır. “Bismark kâbusu” olarak anılan bu ihtimal, 19. yüzyılın önemli bir bölümünde Alman dış ve güvenlik politikalarına hâkim rengini vermiştir. Bu süreç, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Bismark’ı görevden almasına kadar devam eder. Zaten bu denge politikasının son bulması, sömürge yarışını kızıştıracak ve nihayetinde I. Dünya Savaşı’na giden yolu açacaktır.
Günümüzde Türkiye’nin de benzer bir kaygıya sahip olduğunu/olması gerektiğini söyleyebiliriz. Batıda Yunanistan doğuda da İran üzerinden bir diğerini neredeyse tamamlayıcı bir biçimde süreğen bir tacize maruz kalmaktayız. Bu kısır döngü, elbette ki küresel güçlerin pozisyonlarıyla da yakından alakalı. Amerikan yönetiminin son yıllarda Yunanistan’a yaptığı askeri-politik yatırımlar ve İran’ın Rusya ile yarı-müttefik ilişkisini Ortadoğu’daki diplomatik-askeri paslaşmalarıyla olgunlaştırması, Türkiye’nin söz konusu hilalin her iki ucuyla etkileşimini de şekillendirmektedir.
YUNANİSTAN’IN TÜRKİYE KAYGISI
Elbette ki her iki devletin ve özellikle de Yunanistan’ın tehdit kaynağı olarak konumlanmasına itiraz edilebilir. Bu çerçevede, Yunanistan ile İran’ı bir diğerinden ayıran en önemli niteliklerden biri de Yunanistan’ın Türkiye ile birlikte çok sayıda Batılı kuruma üye olmaları gelmektedir. Bu noktada, özellikle de askeri bir ittifak girişimi olarak NATO, aslında her iki devlete de bir diğerini dış tehditlere karşı koruma yükümlülüğü atfeder. Fakat özellikle Kıbrıs sorununun 1974’te gerçekleştirilen Kıbrıs Türk Barış Harekâtı ile farklı bir görünüme kavuşması, Yunanistan’ın neredeyse bütün tehdit algılarını değiştirmiş ve yüzünü kuzeydeki komünizm tehlikesinden doğudaki “Türk tehlikesine” çevirmesine sebep olmuştur. Hatta denilebilir ki 1974 sonrası Yunan güvenlik düşüncesinin temel sorunu, Türkiye’den gelebilecek olası bir saldırıdır. Bu algılar da haliyle müttefiklik ilişkisini iki devlet özelinde derinden sarsmaktadır. 1996 yılında yaşanan Kardak Krizi de ancak Amerikan yönetiminin bastırmasıyla büyümeden engellenebilmiştir. Bugün yaşanabilecek benzer bir krizde Amerikan yönetiminin benzer bir başarıyı gösterme olasılığı ise kısıtlıdır.
Orta ve uzun vadeli jeopolitik bir projeksiyonla, Şii-Helen hilalinin olası ittifakı/entegrasyonu, Türk jeopolitiği açısından muazzam bir sorun olarak belirecektir. Bugün için çok anlamlı görünmeyen bir senaryo olsa da gelecekte bu minvalde yaşanacaklar kaygı verici olabilir. Türk jeopolitiğinde bir kâbus senaryosu olarak Şii-Helen hilalinin tam anlamıyla koordinasyon içerisinde hareket etme ihtimali, bugünün olmasa da yarınların kaygılarını şekillendirebilir.
Ancak bugünkü konjonktürde Şii-Helen ittifakından bahsetmiyor olsak da her iki tehdit kaynağının Türk stratejilerine nefes aldırmadıklarını söylemek, abartılı bir yorum olmaz. Hemen hemen eşzamanlı bir tamamlayıcılıkla Türkiye’nin Ege, Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve hatta Güney Kafkasya’daki girişimlerine ket vurma çabaları, söz konusu Şii-Helen hilalinin ürettiği bir sonuç olarak gözükmektedir. Bu hilalin Türkiye’yi bir nevi yarı-çevrelemesi, üzerine düşünülmesi gereken ciddi bir meseledir.